Yeni Sitemizde Yayındayız

Politika Dergisi Sayı 15

href="http://www.politikadergisi.com/sites/default/files/PD15.zip">Politika Dergisi Sayı 15'i İndirmek İçin Tıklayın.

 

25 Nisan 2008 Cuma

Baykal Muamması

Şunu bir Amerikalı gazeteci yazmıştı:

- Amerika, Saddam’ı kötü taraflarından dolayı değil iyi taraflarından dolayı astı...
Bu tespit Deniz Baykal’a yönelik eleştiriler için de geçerlidir...
AKP yanlıları, sermaye sözcüleri, işbirlikçiler Baykal’ı parti içinde demokrasiyi yok ettiği ya da iktidar programı yapmadığı için eleştirmezler...
Onlar Baykal’ı tezkereye karşı çıktığı, AB ile ilişkilerde başımızı dik tutalım dediği, Kıbrıs’ta teslimiyetçi davranmadığı, özelleştirmelerin peşkeşe dönmesine karşı çıktığı için yerden yere vururlar. Yani, Baykal’ı iyi taraflarından dolayı ipe çekerler... Bunlara kulak asmamak gerekir...
* * *
Gelelim Baykal’ı partiyi iktidara taşıyamadığı için eleştirenlere...
Onlar yerden göğe kadar haklıdır...
Baykal CHP’yi tek adam partisi haline getirdi.
Üstelik bu tek adam iktidar olmayı da istemiyor görünümde.
Muhtemelen ileri hamle yaparsa iç ve dış sermayenin kendisine cephe alacağını, bir biçimde iktidara gelirse orada tutunamayacağını düşünüyor, muhalefet koltuğunu ehveni şer görüyor.
CHP, eskiden var olan siyaset okulu kimliğini kaybettiği, parti içinde muhalefete olanak verilmediği için Baykal’a rakip de yetişmemekte.
Parti Baykal ile bugün olduğundan daha ileri gitmez. Ancak lider değiştirirse bugünkü performası da yakalayamama ihtimali var. Baykal o ihtimale güveniyor. Yakınlarına göre iktidar olmak için uygun bir konjonktür bekliyor. Bu bekleyiş ne kadar sürer? Kimse bilmiyor...

Yabancılar son 5 yılda Türkiye’den 23.2 milyar dolar kâr transferi yapmış.
Biz de oturmuş “AB neden AKP’nin üstüne bu kadar titriyor?” diye soruyoruz.
Haldun Ertem

Sabah ve atv’nin satış bedeli için
damadın şirketine para devlet bankalarından
bulunmuş.
Un bizden, şeker bizden devletin helvasını yemek
onlardan...

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Hakan Şükür’ün açıklamaları için, “Dini duygular spora
karışmamalı” demiş.
Doğru söylemiş. Herkes işini yapsın...
Dini sömürmek siyasetçinin işi...


Mehmet Parlars
NTV Haber Koordinatörü Mirgün Cabas, sabahları “Yazı İşleri” adlı bir program yapıyor. Basınla ilgili konuları soruşturuyor. Ruşen Çakır ona eşlik ediyor. Dün sabahki konukları Mehmet Barlas idi... atv ve Sabah’ın satışı konuşuldu. Son soru olarak Barlas’a soruldu:
- Sabah’a geçerken aldığınız transfer ücretini iade ettiğinizi söylemiştiniz, şimdi ne yapacaksınız?
Barlas herkesin aklından geçen soruya bir kızsın, bir köpürsün... Siz diğer gazetecilere bu soruları soruyor musunuz diye bir tepki... NTV’nin kalitesini düşürüyorsunuz diye bir azarlama... Oysa transfer ücreti aldığını da, geri vereceğini de bizzat kendisi dile getirmiş, gündeme sokmuştu. Şimdi niye bu öfke? Neyse ki Mirgün Cabas çok zarif ve usta bir manevrayla olayı kısa kesip kapattı.


Konya’da alkol-2
Konya’da içkisiz bir restoranın özel salonda siyah poşet içinde taşınan şişelerle içki servisi yaptığını Prof. Eser Karakaş’ın kaleminden anlatmıştık..
Yazıdan Konya’da başka içkili yer olmadığı gibi bir anlam da çıkıyordu...
Bir dostumuz Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu’nun kayıtlarını gönderdi.
Buna göre.. Konya’da ilçeleriyle birlikte 98 ruhsatlı içki satan yer var. Bunların 33’ü şehir içinde... Geri kalanı ilçelerde...
Anlaşılan Konya’da açık içki servisi yapan lokantalar var ama onlar muhtemelen kalitece yeterli bulunmadığından konuklar daha lüks ama içkiyi masa altından veren bir lokantaya götürüldü.
Gelelim alkollü ve alkolsüz illere...
TAPDK rakamlarına göre bazı illerimizde içki satış ruhsatına sahip hiç otel, lokanta, kulüp yok...
Örneğin Siirt, Şırnak, Bayburt, Ağrı’da içki servisi ruhsatına sahip yer hiç yok. Kilis, Batman’da 1’er içkili mekân var... Bitlis, Gümüşhane’de 2, Muş’ta 3, Çankırı’da 4 mekan...
İçki ruhsatlı mekân sayısı İstanbul’da 1454, Antalya ve Muğla’da 1300’ün üzerinde...
Alkol kimine göre acı ve zararlı bir sudur, kimine göre hayat çeşnisi...
İçki içmek şart değildir. İçilmese daha iyi olur. Ancak insanların bu yöndeki iradesi baskıyla şekillendiriliyorsa bu durum demokrasiye sığmaz, özgür iradeye müdahale anlamına gelir. O baskıların hayatın diğer alanlarında da var olduğu ya da olacağını düşündürür. Hele de yolsuzluk ve hırsızlıkta sınır tanımayan birileri bu dayatmaları seçmene ahlaklı görünmek için yapıyorsa konu daha da çekilmez hal alır. Alıyor da...



Nasıl anlatsam
TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın, “23 Nisan için Türkiye’ye gelecek çocuklara parti kapatma davasını nasıl açıklayacağım” diye hayıflanması üzerine Lale Şıvgın Tercüman’da soruyor:
- Buna gelene kadar çocuklara anlatmakta zorlanacağımız çok fazla derdimiz var. Mesela; gelinliğiyle barış mesajı vermek isteyen bir İtalyan sanatçının onlarca ülkeyi geçtikten sonra neden Türkiye’de öldürüldüğünü, Türklük kelimesinin bazılarını neden rahatsız ettiğini, cumhuriyetin neden numaralandığını, Atatürk’ün neden hafızalardan silinmek istendiğini ve daha binlerce çarpıklığı nasıl anlatacağız çocuklara?

Melih AŞIK

22 Nisan 2008 Salı

Garip Bir 22 Nisan Yazısı

Uzun süredir sizi amatör yazılarımdan ve ağdalı anlatımımdan mahrum bıraktığım için duyduğum üzüntüyü anlatamam. Malumunuz; bahar. Rengârenk açan çiçekler, cıvıldaşan kuşlar ve dengesi bozulan hormonlar... Eros da sağa sola ok atıp duruyor. Takdiriniz, bu şartlar altında bilgisayar başına oturmak, otursam bile kafamı toplayıp bir şeyler yazmak öyle zor ki. Üstüne bir de atlattığım, atlatacağım sınavları koyun; nerde-nasıl iş bulacağım sıkıntısı ile gelecek kaygısını da ilave edin ve son sene telaşını da sakın ha unutmayın. İşte benim vücudumda baharın etkilerini katlayan diğer kaygılar…
Gel de yaz.

Ama kolayını buldum. Biraz beleşçilik yapıp "Tarihte Bugün" sayfasından 1–2 tüyo almadan edemedim. Aman yarabbi neler olmuş öyle!

Tarih: 22 Nisan 1969, Milliyetçi Hareket Partisi yayımladığı bildiride "TRT solcuların elinde bir beyin yıkama aleti haline gelmiştir" demiş. Herhalde 60 İhtilali’nin kudretli Kurmay Albayı Türkeş ihtilal günü eline aldığı mikrofonu çok beğenmişti. Hani yakın Türk Siyasi Tarihi’nde ilk defa emir-komuta zincirini de bozarak darbe yapan Subaylar Cuntası adında o meşhur bildiriyi okuduğu zaman. Ülkeyi kutuplaşmaya götürecek Milliyetçi Cephe hükümetlerine kadar böyle bildiriyle falan idare edecekti artık.

Tarih: 22 Nisan 1981, Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı
Kenan Evren, İngiliz Financial Times gazetesine bir demeç vermiş. Türkiye'nin düştüğü kötü duruma parlamenterlerin sebep olduğunu söylemiş. Haklı; sonuna kadar haklıdır Kenan Paşa. Parlamenterlerin didişmesi, iktidar sevdaları buna sebep oldu. Ama Paşa bir şeyi daha eklemeli: kendi gibi askerin iktidar hırsı da buna sebep olmuştur. 1960 darbesiyle beraber asker gayet lakayt bir biçimde siyasete müdahaleyi düşünmüş; demokrasiye, cumhuriyete karşı doğan, çoğunlukla sadece kendilerinin algıladıkları tehditlere karşı, kafalarına estiği gibi, istedikleri zaman müdahaleden çekinmemişlerdir.

Yine 1960 yılından itibaren eski Gn. Kurmay Başkanı Cemal Gürsel’in darbeyi ve darbecileri sahiplenerek Çankaya’ya çıkması bunu yine eski Gn. Kurmay Başkanlarından Cevdet Sunay’ın takip etmesi birçok askerin Cumhurbaşkanlığı için bir alt basamak olarak gördükleri Gn. Kurmay Başkanlığı uğruna mücadele etmelerine sebep olmuştur.

Bu paşalar 30 Ağustos’ta yapılan yıllık atamalara nüfuz ettikleri gibi 1973’te ve 1980’de şahit olduğumuz üzere, bu hırsları artık ne kadar büyükse, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde dahi parlamenterleri rahat bırakmamışlar; resmen aday çıkarmışlar, tehdit ve telkinle kendilerini seçtirmeye gayret etmişlerdi. Tıpkı Demirel ve Ecevit’in 1973’te uzlaşıp Faruk Gürler Paşa yerine başka bir askeri, Fahri Korutürk’ü, seçmeleri gibi durumlarda. Yürütecek tankları, meclisi saracak birlikleri hep vardı bu kudretli paşaların.

Bir diğer nokta da eski Cumhurbaşkanı Demirel’in, ki kendisi birçok hatasının yanında tüm siyasi yaşamı boyunca demokrasilerin çıkmaza düştüğü anda seçime gitmesi erdemini savunmuş bir devlet adamıdır, bir konuşmasında 12 ve 13 Eylül arasındaki farktan konuşuyor. Özetlersek ne oldu da 11 Eylül’de olan anarşi 12 Eylül’de bıçakla kesilmiş gibi birden kesildi. Madem bunlar işi biliyorlardı, sıkıyönetimde neden kesmediler/kesemediler. Madem 1 günde kesilecekti neden bu duruma gelindi. Bir sürü soru.
Askeriyenin eğitim sistemini bilmiyorum, ama gayet disiplinli olduğunu, akıla ve bilime önem verildiğini, laik düzeni ve Atatürk İnkılâplarını korumanın temel hedef olarak verildiğini tahmin edebiliyorum. Atatürk’ün rol modeli olarak gösterilmesini de anlıyorum. Fakat neden tüm askerler her şeyi en iyi ben bilirim; ülke battı sadece ben kurtarırım; o asil Türk Kanı sadece benim damarlarımda dolaşıyor diye düşünüyorlar? Eğer hala durum öyleyse ülkeyi daha çok felakete sürüklerler. Rejimi koruma her bireyin vazifesidir. Ordu devletin ve milletin ordusudur. Politikaya batmamalı; bize Balkan Savaşlarındaki gibi bir felaket yaşatmamalıdır. Siyasete bulaşmak isteyen sivil politika yapsın.

Tarih: 22 Nisan 1995, Rauf Denktaş 3. defa KKTC Cumhurbaşkanı seçildi. Büyük Mücahit Denktaş Bey’in Kıbrıs Davası’nda mücadelesi, yaptıkları inkâr edilemez. Hakiki bir vatanperver ve Türk büyüğüdür. Lakin keşke yerine bir prens yetiştirebilseydi de zamanı geldiğinde yolundan o yürüseydi. Hakkında, her ne kadar seçimle iş başına gelmiş olsa da, "diktatör" gibi nahoş benzetmeler kullanılmasaydı. Seçmen için sürekli aynı yüzü görmesi, politikacı mükemmel bile olsa –ki insanoğlu yaradılış gereği hiçbir zaman mükemmel değildir- bir noktadan sonra bıkkınlık yaratır; yenilik isteği doğurur. Bir de yapılan KKTC Anayasası’na ilerde (Güneyle) birleşip federal bir devlet kurulabilir tarzı bir emare koyup, bağımsızlığını ilan eden KKTC’yi gelip geçici bir idare hükümeti durumuna düşürmeseydi. Keşke adada resmi bayramlarda Türk Birlik komutanı ile birlikte aynı araçtan ÖZGÜR bir ülkenin devlet başkanı olarak el sallamasaydı. Bu durum bağımsız ülkelerde değil, ancak sömürge vilayetlerinde olur.

Tarih: 22 Nisan 1997, Bergama köylüleri siyanürlü yöntemle altın arayan şirketin işletme binasını işgal ettiler. İşte Eurogold Meselesi, siyanürlü altın, çevre tahribatı ve insan sağlığını tehdit eden madencilik çalışmaları taa o zamanlar başladı. Çizgili pijamalarıyla yürüyen koca göbekli Hopdediks Bayram Kuzu’nun, asteriks lakaplı Oktay Konyar’ın, Eski Belediye Başkanı (CHP) Sefa Taşkın’ın ve Ovacık Köylüleri’nin mücadelesinin sürdüğü yıllardı. Uzun süre sürüncemede kalan dava kazanıldı, ama ne yazık ki 24 Ocak 2001’de geçirdiği felç sonrası vefat eden Bayram Kuzu bunu göremedi. Kendisine Allah'tan rahmet diliyoruz. Şimdi aynı sorun Bergama’nın fıstık çamlarıyla ve halis çam balıyla ünlü Kozak Yaylası’nda karşımıza çıkıyor. Kaz Dağları’nda var. İnşallah Truva Destanı’na ilham olmuş, dünyanın en saf oksijene sahip yeri olan bin pınarlı İda Dağına, Sarıkız’ın Kaz Dağları’na sahip çıkan Hopdediksler, Asteriksler çıkar.

Tarih: 22 Nisan 1999, CHP Genel Başkanı Baykal, 18 Nisan seçimlerinden partinin aldığı oy oranı nedeniyle istifa etmiş. Türkiye’de seçim yenilgisinden sonra istifa eden ilk lider oldu. Birçok demokraside görevinde başarısız olan siyasetçi anında istifa eder; partisinin ve bağlı olduğu siyasi görüşün bekası için çabalar. Ama Türkiye’de diğer az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi koltuğa yapışılır, mümkün olduğunca uzun kalınmaya çaba harcanır. İnönü, Ecevit, Demirel, Erbakan, Çiller, Yılmaz hepsi bu hatayı yaptılar. Gitmek için illa tepe taklak olmayı beklediler. Eskide yaptıkları iyi işler dahi olsa makam düşkünü inatçı insanlara benzediler. Özellikle ilk üçü vaktinde çekilselerdi, köşelerinde otursalardı, muhtemelen büyük saygı görecek; siyasetin duayenleri olarak kabul edileceklerdi. Siyasi krizlerde yolu gösteren Çoban Yıldızları gibi olacaklardı. Ama olmadılar, olamadılar. Siyasetten çıkamadılar. Kudretli Demirel’e Demirbaş denildi; umudumuz Ecevit alil, hasta bir yaşlı adam olarak hatırlandı. Ne yazık!

İşte bir 22 Nisan daha geldi. Tarih, içine girmeyi, araştırmayı istemesek de önümüzde duruyor bakıp ders almamız için. Aksi halde tekerrürden ibaret mi kalırdı?

Yarın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Tüm “Adam Olacak Çocukların” ve içindeki çocuğu yaşatan büyüklerin bayramını; çocukların savaşlardan, doğal afetler ve açlıklardan ölmediği, istismar edilmediği, zorla çalıştırılmadığı, insanca, özgür, eşit, mutlu ve çocukça yaşadığı bir dünya dileklerimle kutluyorum.

En derin saygılarımla,
Mücahit ÖNDER

İş Adamı Bir Okurumuzdan Not: Apolitik Gençlik İstemiyorum

Merhabalar,

Ben bu ülkenin yetiştirdiği genç bir işadamıyım. Yaklaşık 20 insana iş verdim. Ödediğim vergiler de cabası... Peki, ben bu vergileri neden ödüyorum? DTP milletvekilleri maaş alsın diye mi? Dün bir anahaber programında Adana'da bir terörist cenazesini seyrettim. Hainler ellerinde armalı paçavraları ile ellerini kollarını sallasınlar diye mi ödüyorum vergi mi? Diyarbakır Dicle'deki PKK mezarlığını bilmeyen kalmadı. Diyarbakır Belediyesi bu mezarlığın çevre düzenlemesini yapmış, bunun için mi ödüyorum vergi mi?

Ben vergimi gelecek nesillere daha iyi ve güçlü bir Türkiye bırakmak için ödüyorum. Genç arkadaşlardan beklentim, görüşleri ne olursa olsun politika üretmeleridir. Bu günün dünyasında en büyük silah politika olmuştur. Güçlü politikalar, masalarda çok büyük savaşlar kazanmaktadır.

Hasan Genç

21 Nisan 2008 Pazartesi

Şimdi Tam Zamanı!!!

İktidara geldiklerinden beri ülkeyi babalarının çiftliği gibi yönetmeleri ve ipe sapa gelmez konuşmaları nedeniyle bir çoğumuz tamamen AKP'nin arkasından sürüklenirken 26-27 Nisan 2008 tarihlerinde gerçekleştirilecek Cumhuriyet Halk Partisi olağan kurultayını lütfen gözden kaçırmayalım.

Bu kurultay hem CHP'nin geleceği açısından hem de ülkenin yaşadığı bu karmaşanın son bulması açısından bir umut ortaya çıkarıyor.

Çünkü ülkenin fotoğrafını çektiğimizde hali hazırda bulunan ve türban faşizmi gibi birçok konuda ülkeyi kaosa sürükleyen AKP'yi güçlü muhalefeti ve öz değerlerini hatırlamış bir CHP durdurabilir ancak.

Evet, AKP'yi ancak CHP durdurabilir fakat CHP artık yoluna Deniz Baykal olmadan devam etmelidir.Deniz Baykal dönemi CHP'de imaj yitirilişine ve başarısızlıklarla dolu seçimler geçirilmesine neden olmuşken kendisine muhalefet edenlerinde partiden uzaklaştırılmalarına kadar varan olaylarla birlikte kendi içinde bir faşizmin doğmasına neden olmuştur.Deniz Baykal görünen o ki partiye güçlü hitabet sanatından ve parti merkezleri önünde birikmiş küskünler ordusundan başka bir şey verememiştir.

Atamız tarafından kurulan CHP bunlara rağmen ve arkasından sürüklediği kitlelerle birlikte acaba başarısız Deniz Baykal'a karşı kendi içinden yeni bir lider çıkartma gücünü gösterememiş midir?

Yoksa partinin sürekli muhalefette kalmasına ve hatta üstüne düşen muhalefet görevini bile yerine getirememesine rağmen CHP'nin içindeki koltuk sevdası ülke menfaatlerinin önüne mi geçmiştir?

Bu soruların cevabı bence herkes tarafından biliniyor.Fakat bazıları nedense susmak ihtiyacı duyuyor kanısındayım.

Önemli bir diğer husus ise demokrasinin savunuculuğunu yapan ve kimsenin demokrasiden nasiplendiğine şüphesi olmayacak böyle bir partinin genel başkanlığına aday olabilmek için üyelerce verilmiş olması gereken ve %20 gibi vahim bir oranı bulması gereken imzalardır.Demokrasi bu imzaların neresindedir?

Parti bu konularda acilen tüzük değişikliğine gitmeliyken insanların aklında "sol" dan uzaklaşmış bir parti hüviyetine bürünmüştür.

Çok açık söylemek gerekirse sol lider partisini kaybetmiş ve yeni bir lider bulamamanın karmaşasını yaşarken meydanı Deniz Baykal'a bırakmıştır.

Yoksa sol partisini değilde içinde sönmek bilmeyen sol ateşini barındıran lider ruhlu insanların ruhunu mu kaybetmiştir?

Bu hafta sonu gerçekleşecek olan seçimlerde kuvvetle muhtemeldir ki yine Deniz Baykal'ı partinin başında göreceğiz.Çekilen fotoğrafta ise küskünlere yine yer olmayacaktır.

Sürekli eleştiren,çözüm önerilerinden yoksun ve Deniz Baykal'ın başında bulunduğu bu politika asla başarıya ulaşamayacaktır.Geçmiş bize bu durumu açıkça göstermiştir.

Çözümse partinin kendi tabanıyla ve küskünleriyle barışmasının ardında Deniz Baykal'ın koltuk sevdasından vazgeçmesinin arkasında saklıdır.

Çünkü bu artık CHP'nin kaderinden daha çok ülkenin geleceği açısından önemlidir.

Hep beraber görelim şimdi neler olacak...

Burak Sırataş

20 Nisan 2008 Pazar

Politika Dergisi Sayı 2 Hakkında...

Merhaba Değerli Okuyucular;

Politika Dergisi'nin 2. sayısını bildiğiniz üzere 19 Nisan da yayınlama sözünü vermiştik; fakat daha sonra yazar arkadaşlarım ve ben dergimizin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda çıkartılmasının daha hoş olacağını düşündük. Bu fikrimizi de sizinle 19 Nisan öncesinde paylaştık.

Gelişen bu süreç sonunda bazı okurlarımızın Politika Dergisi'nin ileri ki süreçleri kapsayamayacağını ve bu ertelemenin Politika Dergisi'nde yaşanan olumsuzluklardan kaynaklandığını bize belirtmektedirler.

Okuyucularımızın bu yöndeki görüşlerine büyük saygı duyuyoruz; fakat bu erteleme, yaşandığı varsayılan olumsuzluklardan değil, tamamen bilinçli olarak 23 Nisan tarihinde dergimizi yayınlama isteğinden doğmaktadır. Yoksa dergimiz şu an itibariyle hazırdır ve yayınlanmak için 23 Nisan 2008 tarihini beklemektedir.

Politika Dergisi bir heves sonucu doğmamış, bu ülkenin sorunlarına, apolitik gençliğe bir başkaldırı olarak doğmuştur.

Umarız dergimizin 23 Nisan tarihinde yayınlanmasının ardındaki olumsuz düşünceleri silmişizdir. Saygılarımızı sunuyor, yanlış anlaşılmamayı diliyoruz.

Gökhan DAĞ
gokhan.dag@politikadergisi.com
editor@politikadergisi.com

19 Nisan 2008 Cumartesi

Kamer GENÇ'e Saldıranları Kınıyorum.

Kamer GENÇ'i tanımayanız yoktur herhalde; ama ben yine de kısacasa kendisini tanıtayım. Kendisi şu anda Bağımsız Tunceli Milletvekili olup, iktidara karşı yaptığı çıkışlarla tanınmakta. Tabii ki bu milletvekilliği deneyimi Kamer GENÇ için ilk değil, kendisi daha önce de milletvekilliği yapmış bir politikacı.

Neden bahsediyoruz Kamer Genç'ten, yoksa Kamer Genç'e bir şey mi oldu?

Evet oldu, değerli okuyucular. Kendisi AKP'li Milletvekillerince resmen dövüldü. Sebebi ne (?) iktidara karşı muhalefet yapması, sebebi ne (?) Bakanlar Kurulu'ndan neden kimse mecliste değil demesi, sebebi ne (?) bana Tayyip'i getirin demesi.

Demokrasiden, özgürlükten nasibini sadece Türban konusunda alabilmiş bir iktidardan da başka bir şey beklemek her haldeki saçma olur.

İşin garibi ne biliyor musunuz? İşin garibi aktarıyorum değerli okuyucular. Başbakanımız olan RTE, bir gazetecinin Kamer Genç'e vekilleriniz saldırdı, şiddet uyguladı ne düşünüyorsunuz sorusuna RTE'nin verdiği cevap: "Benim vekillerim şiddet uygulamaz, şiddeti uygulayan o zatın kendisidir."

Ayıptır, yasaktır, günahtır. Bu tarz düşünen bir Başbakan'ın kölesi biçiminde hareket eden milletvekilleri ne yapsın inanın ben kestirebiliyorum.

Geçen gün yolda iki ufak çocuğa rastlıyorum, bakın neler konuşuyorlar: Bizde çakı taşıyalım bundan sonra, Tayyip Erdoğan'da da varmış."

Yukarıda anlaattığım şeyleri dün Kamer GENÇ'te dile getirdi. Başbakanı çakı taşıyor, milletvekili beni linç etmeye kalkışıyor, bende bundan sonra silahla mı gireyim?

Ülkenin meclisi'nin geldiği hale bakın. 23 Nisan'a sayılı günler kala şu meclisin durumuna bakın. Eski vekillerin kemikleri sızlıyordur. Atatürk'ün kemikleri sızlıyordur.

%47 oy aldı diye bir vekili dövmeye çalışmak, hatta dövmek anca diktatörlük rejimiyle bağdaşır. Unutmadan o milletvekili, sizin sürekli oy dilendiğiniz yerin, yani Tunceli'nin milletvekilidir. Hadi gidin utanmadan oy isteyin, durmayın. Zaten durmak yok yola devam. Bir bunların yolunu bilsem, bir açıklasalar inanın ki tükürsek Yarabbi şükür derler.

Saygılarımla, milletinvekiline tokat atanlar hariç. Ben de mi vekillere konuşuyorum? Evet konuşuyorum, ama bunların ne kadar vekil olduğu tartışılır değerli okuyucular.

Gökhan DAĞ

Çok Teşekkürler

Son günlerde dergimizle ilgili aldığımız olumlu yorumlar bizi oldukça mutlu etmektedir. Türkiye ve Türkiye dışında yaşayan gurbetçilerimizin desteği bizlere ileri ki günler için büyük güç vermektedir.

(Yorumlarınız dışında bize yollayacağınız yazılar ile lütfen bize destek olun. Sesinizi her kesime özgürce duyurun.)

Hepinizin önünde saygı ile eğiliyoruz. İyi ki varsınız.

Politika Dergisi

Putlaştırılan İslam


Batı kültürüne ve demokrasisine hayranca bakıp, öykünüyorlar biliyorum. Ah çekiyorlar, hep kendinden olanlara batırıyorlar iğneyi. Bunu da biliyorum. Narsis duruşlarıyla hiç kendilerine sormuyorlar: “Neden bu durumdayız?”

Hani, rahmetli Erdal İnönü’nün fıkra gibi bir anısında sarf ettiği bir söz vardır: “Meselenin köküne inelim.” Ülkemizde eksik olan da budur. İşin köküne, sorunların güç aldığı kaynaklara inmek yerine gündelik çözümler getirilmesidir. Gündelik çözüm olsa iyi, düpedüz her gün geriye doğru gidilmektedir.

Her toplumun ahlaki temelleri vardır. Bunu yadsımak hiç kimsenin haddine düşmemiştir, ancak ortada yanlış giden bir şeylerin olduğu aşikâr. Türk milletinin dini ve kültürel geçmişini, modernizasyonunu, Cumhuriyet’i göz önüne aldığımızda bilhassa son yıllarda kültürel ve etik temelde bazı yanlışlıklar gözümüze çarpıyor.

Etik(töresel) yapıyı ele alanlar içinde Aristoteles’in etik anlayışı toplumsallığı da içinde barındıran bir etiktir. Buna ister toplumsal etik deyin, ister kültürel, ister başka bir şey deyin. Ancak realist bir bakışla toplumsal davranışların büyük bir kısmının etik temellere dayandırılarak şekillendiğini söyleyebiliriz.

Gözlemlediğimiz kadarıyla, genelde uygulamalı etik değişse de etik temellerin yerinde durduğu bir gerçektir. Farklı kültürel altyapılara sahip toplumlar bazen değişik dönemleri sosyolojik, politik ve iktisadi anlamda farklı bir biçimde yaşayabiliyorlar. Kapitalist toplumların üretim araçları, iktisadi yapılanmaları toplumun üst yapısını kaçınılmaz olarak değiştirmiştir. Ancak, bu sürecin ve bu yapılanmanın etik temelleri yok mu? Bence var. Batı kapitalizmi ya da vahşi kapitalizmi diye adlandırılan, bireyciliğin (bencilliğin) had safhada olduğu günümüz uluslar arası ekonomik sisteminin Katolik Hıristiyan dünyası ile hiç mi ilgisi yok? Max Weber’e göre kapitalizmin oluşması için birincil şart Protestan ahlakıdır. Ve ben Protestanlığı Katolik Protestanlığı olarak tanımlamakta fayda görüyorum. Çünkü revize edilen dinsel yapı, Katolizmdir. Biz bunun adını ne koyarsak koyalım, Viyana’dan batıya doğru bu etik temelin izlerine rastlıyoruz. Tarihsel gelişim de hep bunun üzerinedir. Osmanlı'nın gidebildiği toprakların sosyolojik izahatı bile bunlarla ilişkilendirilebilmektedir.

Türkiye’deki izlere geldiğimizde Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmaya çalıştığı, Müslümanlık anlayışını (Müslümanlığı demiyorum) revize etmektir. Türkçe ezan uygulaması, Kuran’ın Türkçeleştirilmesi, Türkçe ibadet isteği bunlara örnek olarak gösterilebilir. Mustafa Kemal Atatürk’ün bazen deneme yoluyla, bazen de kendi çıkarımlarıyla gelmeye yanaştığı nokta Müslüman Protestanlığıdır. Dinin, din adamlarının tekelinden alınıp; halka yaydırılması ve Türk’ün İslami anlayışının bu çizgiye paralel olarak oluşturulmasıdır. Etik temel yıkılmadan bunlar gerçekleştirilebilirdi ve gerçekleşecekti. Mustafa Kemal’in atılımı öze bağlı olarak dönüştürücü ve aydınlatıcı bir hareket olarak özetlenebilir.

24 Ocak 1980 kararlarıyla tamamen Batıcı bir yöne doğru kaydırılmak istenen Türkiye’de bu eylem yeterli olmamış olacak ki; 12 Eylül darbesi ile toplumun tamamını değiştirme yoluna girilmiştir. Meclis’te 6 aydır seçilemeyen cumhurbaşkanı mıydı, yoksa girilecek yol muydu? Yani, Batıcı bir sisteme sahip bir Türkiye ve özgün bir Türkiye seçenekleri arasında sıkışılmış mıydı? 12 Eylül darbesi ile toplumun tüm renkleri silinmiş ve tüm çıkıntılar törpülenmişti. Din kitleleri uyuşturmak için bir araç oluvermişti.

12 Eylül’den sonra egemen güç olmaya başlayan Nurcu hareket, toplumu kökten değiştirici bir vazife üstlenmişti. Son yıllarda sık kullanılmaya başlayan İslami Kalvinist hareketi de bu şekilde özetleyebiliriz. Mustafa Kemal’in yapmaya çalıştığı Müslümanlığın Protestanlığı iken(*) Nurcu hareketin yapmaya çalıştığı Protestanlığın İslamıdır.(**)

Bu hareketlerin ve yazımın özünü şu şekilde ortaya koyabiliriz:
  1. Müslümanlığın zaten Hıristiyanlık kadar kökten bir değişime ihtiyacı yoktur.
  2. Müslümanlık Tanrı’yı put olarak (bundan sadece heykel vs. anlamayınız) görmeyi kesinlikle reddeder. Tanrı’yı belli bir noktaya; iktidar gücüne, taçlara, asalara özgülemez. Müslümanlığın tanrısal anlayışı bütünsel bir anlayıştır. Batı Avrupa’da egemen olan Hıristiyanlık anlayışı ise; Tanrı’nın belli makamlara sıkıştırılmış bir varlık olduğu yönündedir.

Konudan fazla kopmadan ekleyeceğim bir şey var. Toplum mühendisliği olarak tanımladıkları kemalizm aslında toplum mühendisliği değil, toplum önderliğidir. Toplumun ellerini, ayaklarını bağlamış olan Emevici İslam zorbalığının tasfiyesidir. Ancak 1980’den sonra gelen hareket; ahlakından tutun da, siyasal bilincine kadar toplumun tüm anlayışını değiştirmiştir. Esas toplum mühendisliğini kim yapmış, yeniden ele almakta fayda var. Bu çıkarımlara karşı çıkanlar olabilir. Ancak ben, yola çıktığım nokta ile geldiğim nokta arasında tutarsızlık göremiyorum.


Son olarak söylemek istediğim; Türk’ün İslam anlayışı çok büyük tehlike altındadır. Bunu laik olduğunu iddia eden birisinin söylemesini garip karşılasanız da bu böyle… Türk’ün İslam anlayışı nasıldı? Allah’ın varlığını duyduğu sevgide, ağırladığı konukta, söylediği türküde hissederdi. Ancak bugün Türk -maalesef- Allah’ını başına taktığı bezde, yardım duygusuyla değil; kesin rakamlarla ve kimi zaman da gösterişle verdiği zekâtta bulmaktadır. Türk, Tanrısını toplum mühendislerinin (kim olduklarını daha önce belirtmiştim) etkisiyle Batıcı bir anlayışla yorumlamaktadır. Türban gibi sorunların neden 1980’den sonra patlak verdiğini bir de böyle irdelemekte fayda var. Putlaştırılan İslam bir nevi Hıristiyanlaştırılan İslam’dır. Türk, yıllardır kendisini yoran Arap-Emevi faşizminden sonra Putçu-Hıristiyan faşizmin tehlikesi altındadır. İslam anlayışımız da yıktığı putları şimdi kendisine bayrak olarak kullanma tehlikesi altındadır.

Yazımı Mustafa Kemal’in ünlü bir sözüyle bitiriyorum:


“Bizi yanlış yola sevk eden habisler, biliniz ki büyük ölçüde din perdesine bürünmüşler saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırdılar. Hâlbuki elhamdülillah, hepimiz müslümanız, hepimiz dindarız. Artık bizim dinin icabını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur.”(1923)

Emrah ÖZDEMİR

(*) Yanlış anlaşılmalara karşı tekrar açıklamakta fayda var: Müslümanlığın Protestanlığı diye tanımladığım anlayış, Müslümanlığın özü korunarak çağın şartlarına ayak uydurmasıdır.

(**) Protestanlığın Müslümanlığı diye tanımladığım anlayış ise, Protestan dünyasının istediklerini yapan, onların biçtiği Müslümanlığı kabul eden anlayıştır.

Sahte

Bakan Unakıtan seçim vaadi olarak Eskişehirspor'a almayı taahhüt ettiği Barcelonalı dünya yıldızı Ronaldinho'nun yerine aynı ismi taşıyan başka bir futbolcu alınması için talimat vermiş.

Bir insanın zikri neyse, fikri de odur!

Zihniyet sahtecilik yönünde olunca, her yaptıkları işe yansıyor.

Sahte ekonomi, sahte halkçılık, sahte demokratlık ve şimdi sahte Ronaldinho...

Her şey köprüyü geçene kadar...

Sayın Unakıtan; seçmen de sonra AKP adından başka bir parti aramasın!

Kemal adından başka bir maliye bakanı bulunmasın!

Sonra, siz de inşallah Türkiye adından başka bir memleket aramazsınız!

Benden size tavsiye; bir işi yapıyorsanız tam anlamıyla yapın.

Kıvırarak değil!

Bakalım bir dahaki seçimler için hangi sahte vaatlerde bulunacaksınız?

Bu arada bildiğim kadarıyla "Ronaldinho" bir isim değil takmaaddır. Bu arayışınız da diğerleri gibi boşa çıkabilir. Benden söylemesi!..

Not: Uzun zamandır yazı yazamadığım için okurlardan özür dilerim.

18 Nisan 2008 Cuma

Herkes Sağduyulu OLmalı

Kutlu doğum haftası adı altında Van'a giden Şevket Eygi,

Van da sabah namazına giden Eygi,

Kendisiyle birlikte 7 kişiyle cami girdiklerin de,

Kaldı ki bu camii de Hz. Ömer Camisi yani Van'ın büyük camilerinden biridir.

Vatan gazetesinin haberine göre Eygi diyor ki " Van'da sabah namazı için Hazret-i Ömer Camii'ne girdik. İçeride iki üç kişi var. Bizim kafilemiz yedi kişi. Ezan okundu, sünnetleri kıldık. Son gelenlerle cemaat 14 kişi olmuştu..."

Belki Milli Gazete yazarı bu duruma çok bozulmuş.

O kadar kifayetsiz ve bana göre aşağılayıcı ve sanki Allah veya peygambermiş gibi,

"Onlara "Hani siz bana Van'ın ahalisi dindardır" demiştiniz. 300 bin nüfuslu bir İslâm şehrinin ortasındaki büyük camide sabah namazı sadece 14 kişilik (bu rakamın 7'si biziz) bir cemaatle mi kılınmalıydı?..."

Eygi kalkıp bir ilin bütün insanları neredeyse dinsiz gibi görüyor.

Hani koskocaman dinimiz "bir bez parçasına" indiren zihniyet insanların sabah namazını tabi burada beklide oradaki insanlar sabah namazını kendi evinde kıldığını hiç düşünmeden sabah namazı için cami gelip namaz kılmadıkları için neredeyse dinsiz olarak nitelendiriyor.

Bir de kalkıp sanki peygambermiş gibi "Önümüzdeki birkaç yıl içinde, namaz kılan halkın sayısını, yüzde 10'dan, yüzde 60'a çıkartmalıyız..." çok kifayetsiz bir söz ediyor.

Öncelikle Milli Gazete yazarı Şevket Eygi'ye soruyorum:

Sen kim oluyorsun da hangi yetkiyle insanların dini vazifelerini yerine getirmiyor diye hesap soruyorsun?

Allah mısın yoksa Peygamber mi?

Bizim binlerce yıllık dinimizi nasıl bir bez veya bir namaza indirebiliyorsunuz?

Bizim gibi bu zor şartlarda daha fazla çalışmak da kalan insanlarımızın 5 Vakit namaz kılmayan ama ramazanda orucunu,

Kurban da kurban keserek namaz dışındaki bütün dini hükümlülüklerini yerine getirenleri nasıl sadece namaz kılmadı diye günahkâr ilan eder bir hava giriyorsun?


Son olarak Vatan Gazetesinin resmi internet sitesinde bu haberle ilgili olarak yorum yapan bir okuyucunun sorduğu soruyu bende soruyorum;

"AKP Van'dan 22 Temmuz seçimlerinde %53,6 (161.000) oy almış.

Türban konusunda kendilerine dindar insanlarımızın oy attığını ve bu kesimi temsil ettiklerini söyleyen AKP,

En çok oy aldığı ilde tablo böyleyse o ağızlarına sakız ettikleri %46 neyi ifade ediyor bir düşünsün?"


Gelelim asıl konuya,

Geçtiğimiz günlerde haber ajanslarına düşen bir haber tüy ürperten insanı dehşete düşüren en önemlisi de durumun ne kadar vahim boyutlarına ulaştığını gösterdi.

Haberi okurken içimi çok büyük bir üzüntü kapladı.

İnsanlarımızı önemlisi Atamızın o ünlü efendimiz dediği köylümüzü bu hale düşürmek bana kat ve kat acı verdi.

Konya da Meram Belediyesi'nce alınan Et Balık Kurumu'nun Konya Et Kombinası üretimi durdurunca sığır üreticileri çileden çıktı ve eylem yaptı.

Tepkiyi dile getiriliş şekilli ne kadar da yanlış olsa tepkileri çok haklı...

Hatta bu konuda sadece sığır üreticileri değil halkımız olarak bizde tepki göstermeliyiz...

Karabulut'tun da basın açıklamasında dile getirdiği :
"Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında hayvan kesimi durduruldu. Yeni bir
kombina yapılacağı söyleniyor. Bize yenisi yapılmadan buradaki kesimin
durdurulmayacağı söylenmişti. Sözlerini tutmadılar. Bu kadar üretici
hayvanlarını nerede kestirecek.
Kombinanın tekrar faaliyete geçmesini
istiyoruz."


Daha sonra sığır üreticileri,

Hem bize o kombinanın durulması halinde sıkça kurban bayramın da gördüğümüz görüntülerin tekrar yaşanacağını,

Hem de Osmanlı devletin de üretim yapamayan ama kazancından daha çok vergi alınması yüzünden dağa kaçıp celali olan ve devlete karşı isyan eden celaliler gibi psikolojik çöküntüyle bütün hayvanları kesip kurtulmaya çalışan sığır üreticilerimiz
kombinanın önündeki cadde de 6 büyükbaş hayvanı keser tepki gösterdiler.

Aslında birçok kişinin böyle bir eylem yapılmasını tepki gösterdi ama biraz daha derinlemesine düşündüğümüzde daha büyük bir dram karşımıza çıkıyor.

Köylümüz için tarla, toprak ve hayvanlar geçimi bakımından çok önemlidir.

Ona zarar gelmesi kendi canına zarar gelmesi gibidir.

Tarlasını toprağını hayvanını gözü gibi korur.

Hele ki geçimini sadece büyükbaş hayvancılığa dayandırmış bu insanlarımızın hani bütün sermayelerini böyle yok etmesi,

Onların nasıl büyük bir bulanıma sokulduğu ortadadır.

Son kapatma davasıyla gerilen siyasi gündem için çıkıp "gerilimlerin tarafı değiliz" diyen

Ama son 5 yılda toplumuzun da şiddettin arttığı,

Önce hatırlarsanız geçen yıllar da liselerimiz de hatta ilkokullarımız da gençlerimiz çocuklarımız birbirlerini bıçaklayarak şiddette başvurmuş,

Hatırlarsanız geçen ay gencecik hukuk da okuyan bir genç kızımız Ankara Üniversitesi öğretim görevlisi annesini öldürmüştü ve sonra ülkemizin birçok yerinden genç kızlarımızın annelerini öldürdükleri haberleri gelmişti.

Geçen gün sığır üreticilerimiz eylem yaparken kendileri için önemli olan hayvanları resmen katlettiler...

Dün gerilimlerin tarafı olmadık diyen başbakan toplumu son 5 yılda neredeyse yüksek gerilim hattına çevirdi.

Siyasi gündemden, geçimden gerilen bu insanlarımız mutlaka bir yerde patlıyorlar ve bu patlamamalar bazen çok aşırıya kaçabiliyor...

Bu durum önümüzdeki günler de daha büyük ve toplumumuza büyük acılar yaşatacak olaylara neden olabilir

Önüzmüdeki günlerin birçok olaya gebe olduğu şu dönemde,

Herkesin daha dikkatli ve daha mantıklı hareket etmeli

Kimse bu toplumu bu kadar germeye bu kadar bulanıma sokmaya da hakkı yoktur.

Herkes bundan sonra atacağı her adımı çok iyi değerlendirmeli

Ağzından çıkacağı her sözü iyi tartmalıdır

Yoksa bu gidiş hiç iyi değil...
Bilgin Türk

17 Nisan 2008 Perşembe

BARIŞ GELİNİ

Barış için gelinlik giyerek otostopla İsrail’e gitmeyi amaçlayan Pippo Boca ve Silvia Moro…
Bu haberi okumaya başladıktan sonra hemen aklımdan hangi yol üzerinden geçerek gidecekler acaba diye düşündüm ve ülkem olmasına rağmen ve çok seviyor olmama rağmen umarım Türkiye’den geçmezler diye düşündüm…

İki cesur sanatçı birlikte, 8 Mart 2008’de Milano’dan yolculuğa başlayarak, Balkan ülkeleri ve Türkiye üzerinden otostop yaparak İsrail’e gitmeyi amaçlıyor… Gazete başlıkları…
Haberin sonu mu?...

Barış Gelininin öldürüldüğü haberi…
La Repubblica Gazetesi…Ülke Cinayet Nedeniyle Şaşkın…
Türkiye ulusal gazetelerde ise… Ülke Şok İçinde… gibi yorumlar yapılmış.
Bu koskoca bir YALAN…

Bu haberi okuyan her Türk kadınının aklından böyle bir sonun geçtiğine ve tedirgin olduğuna eminim. Cumhurbaşkanı Gül’ün Pipa’nın seyaletini sempatiyle takip ediyordum sözleri yerine tedirginlikten takip ediyordum sözleri daha çok yakışırdı ve uygun olurdu. Çünkü Türkiye’de çok büyük oranda kadınlara yönelik seksüel bir baskı var. Bu ülkenin, çok sevdiğim benim ülkemin bazı erkeklerinin barbarlıklarını biliyoruz ve eğer Pippo’ya bir şey olmasaydı büyük şans olurdu. Yani Pippo’nun başına böyle bir şey gelmiş olması şanssızlık olarak adlandırılamaz, gelmeseydi şans olarak adlandırılabilirdi…

Ülkemizde daha çocukluk dönemlerinde başlar bunlara zemin hazırlayan baskıcı tutum. Tv’de bir aşk sahnesi varsa o kanal değiştirilir, ama şiddetin en fazla hissedildiği hiçbir sahnede tv kanalı değişmez. Nedir bu tezat hiç anlam veremiyorum. Şiddet nasıl da sevginin önüne geçebiliyor…

Seksüellik kesinlikle suçtur neye göre, hangi kriterlere göre belirleniyor bu? Bu suçluluk duygusu neden asırlardır yeni kuşaklara taşınıyor ki? Toplumlarda suç olarak görülen bu durum din baskısı ile daha da büyütülmüştür ve batı ülkelerine göre bizde çok daha fazla hissedilir durumdadır ve bu ağır fatura genelde kadına kesilmiştir.

Ve barbar erkekler daha ufaklıktan gelenek, görenek, toplumsal baskı, din, töre derken bastırılan bu duygularını çeşitli ve değişik şekillerde ortaya çıkarıyorlar. Artık bir şeyleri ÖRTMEK yerine, onları açığa çıkarmalıyız.

Dinin ahlak kaynağı olmasını savunacağımız yerde, ahlak dışı davranışları temize çıkarmak için bir vasıta olduğunu savunmalıyız. O zaman sevgi; sapıklığın, sapkınlığın, şiddetin önüne geçer ve barış için yola çıkmış bir İNSAN ( bayan olmasından öte ) çeşitli nedenlerle bastırılmış sapıkça duyguları olan insan görünümlü canlılar yüzünden hayatını kaybetmez…

Barış ve sevgiye inanan herkesin başı sağolsun…

Gülşah ER

Politika Dergisi Sayı 2 - 23 Nisan 2008'de Çıkıyor.

Değerli okuyucularımız, Politika Dergisi'nin ikinci sayısını size belirttiğimiz gibi 19 Nisan tarihinde çıkartamayacağımızı bildiririz; fakat dergimizi 23 Nisan 2008 tarihinde yine sitemizden okuyabileceksiniz.

Bu kararı almamızdaki en büyük etken, dergimizi Türkiye'miz için oldukça önemli bir günde çıkartma isteğidir. Anlayışla karşılayacağınızı umuyor, yaşanan gecikmeden dolayı özür diliyoruz.

Saygılarımızla...

Politika Dergisi Editörü; Gökhan DAĞ

16 Nisan 2008 Çarşamba

Politika AK mı Kara mı ?

Politika gündemi yine oldukça sıcak başlıklar içeriyor. Bu sıcak gündemden çıkan tartışmalar ise oldukça seviyesiz bir halde.

Mesela bir ülkenin Başbakanı hiç sıkılmadan, "ben bilmem kimin zamanında rüşvet verdim" diyor. Bu ülkenin memurlarının işini iyi bildiğini söyleyen birinin yeni versiyonunu seyrediyoruz başka hiçbir şeyi değil. Bu ülkemiz adına bir utanç tablosudur.

Başbakan CHP'yi ve Baykal'ı Atatürk'ün resmini paradan çıkartmakla suçladığı güne bakacak olursak, Başbakan aynen şöyle diyor: "Biz sizin Atatürk'ün resmini paradan çıkarttığınızı çok iyi biliyoruz." Bu konuya verilecek tek cevap şudur: Başbakan tarihi gerçekten bilmiyor; çünkü o dönemde Sayın Deniz Baykal daha emekleyecek yaştaydı. Politika bu şekilde kirli olmamalı, geçerli temmellere dayanmalı. Peki Kemalizm Anayasa'dan çıkacak diyen vekillerine ne yaptı Başbakan, peki ders kitaplarından Atatürk'ü çıkartma projelerine ne dedi Başbakan? Sevgili okurlarım bana kalırsa Atatürk'ün resmi paradan çıkartılsın (!). Paranın ne kadar kirli ellerde dolaştığını çok iyi biliyoruz biz.

Peki MHP Tavrını (T bilerek büyük yazılmıştır) nasıl anlatacağız. MHP, dik duruşlu bir tavır sergiliyor mu? Tabi ki hayır. MHP yürüttüğü politikalarla bir sonraki seçimde büyük olasılıkla TBMM'de yer alamayacak. Buna rağmen yine ilginç Tavırlarını sürdürmeye devam ediyor. Laikliği Türk- İslam senteziyle buluşturması kadar ilginç tavırlar sergiliyor. Birgün AKP ile çok sıkı dost, bir gün çok sıkı düşman olabiliyor. Politika yapmak, doğrularınızı savunmaktır. MHP'ye soruyorum: "Oy kaygısı yüzünden neden doğrularınızdan sapıyorsunuz, nerede sizin eskiden vermiş olduğunuz türban desteği, nerede türban konusunda uzlaştığınız Başbakan?"

İşte politika böyle bir şey sevgili okuyucular. Yeni Anayasa çalışmalarında Cumhurbaşkanlığı Makamı'nın yetkileri çok diye düşürmeye çalış, sonra sıkışınca 301. madde konusunda Cumhurbaşkanı'na yetki ver. Böyle bir şey, böyle bir tezat olabilir mi?

Dönelim tekrardan rüşvete. "Ben de rüşvet verdim." diye söylemlerde bulunan bir Başbakan'ın dini simgeleri özgürlük çerçevesi altında kullanması hangi mantıkla örtüşür? Türbanın bir aldatmaca olduğunu hala göremedik mi?

3 çocuk yapın demek hangi mantıkla bağdaşır? Bu sorunun cevabını bilen varsa bana anlatsın.

Sayın Erdoğan, Baykal'a Atatürk'ün arkasına sığınıp siyaset yapma söylemine, Sayın Baykal oldukça güzel bir cevap verdi: "Sende sığın, sende Atatürk'ün arkasından siyaset yap."

Son söz, Politika işte böyle bir şey değerli okuyucular, kimin AK, kimin kara olduğunu elbet gösteriyor, her ne kadar kirli, kirletilmiş olsa da.

Gökhan DAĞ


15 Nisan 2008 Salı

Balta

8 Mart 2007 de Dünya Emekçi Kadınlar gününde Milanodan gelinlikleriyle "Dünya Barışı" için yola çıkan iki sanatçı otostop yaparak Tel Aviv'e ulaşmayı hedefliyordu. 19 Martta İstanbuldayken, hayatlarının hatasını yaparak, birbirlerinden ayrılıp farklı güzergahlardan gitmeyi kararlaştırdılar. 31 Mart'ta, Pippa Bacca erkek arkadaşına mesaj attı ve bir daha ondan haber alınamadı.

Üzüntüyle öğrendik ki, eşinden ayrılmış, iki çocuk babası ve eski sabıkalı Murat Karataş İtalyan gelin'e Gebze civarında, tecavüz edip, boğmuş ve atmış!

Bir yandan kardeşinin ve annesinin "bu her ülkede olabilirdi" sözlerini öğrendik,
diğer yandan Denizli Valisi Hasan Canpolat'ın;
“Amaç Türkiye'ye ve turizme zarar vermek olabilir.Pippa'ya tecavüz edip öldüren kişi, Türk halkını temsil edemez, bu adam kullanılmış, bu olay da planlı olabilir” dediğini.
Kim suçlu? kim güçlü?


Sivas Valisiyken, 2006'da Denizli Valisi olan ve akepenin seçim otobüslerinden inmeyen, Hasan Canpolat fazla kurtlar vadisi seyrediyor olmalı!

Sorun, da tam burada aslında.

Sorun; fazla Kurtlar Vadisi, fazla hoppidi sitkomlar, fazla oryantal starlar, fazla biri bizi gözetliyorlar... Sorun televizyonundan, gazetesine, medyadan pompalanan cinsellik, ahlaksızlık, şiddet ve mafya'da...

Sorun; böylesi dindar! bir hükümetin, toplumu ahlaksızlığa götüren bu gidişata dur demek yerine, türban adı altında insanları bölmeye çalışmasında,kadınların din ayağına, cinselliği gizlenmesi gereken, bir seks objesi haline getirilmesinde...

Sorun; suç işleyenlerin cezalandırılmamasında, tekrar tekrar serbest bırakılmasında...

Sorun; sorunları çözmemekte, umursamamakta ve büyütmekte...

Sorun, bütün dünyada aynı. Tüm dünyada bazı insanlar, savaşlar için üzülüyor... Kendilerine çok uzak olsa da Filistinde ölen çocukları, Irakta tecavüz edilen kadınları düşünüyor...

Bazıları o savaşları yapıyor, yaptırıyor. Bazı zavallılarsa burnunun dibindeki bu savaşlarda kendi dininden insanlar öldürülürken, savaşı yapan askerlerinin sağ salim evlerine dönmesini düşünüyor.

O, en son kafadan,Denizli Valisi Canpolat, Filistin'e gelinliklerle yola çıkan, avrupalı iki sanatçının düşüncesi; "dünya barışı" iğfal edilmişken, bunun turizmi baltalamak için bir komplo olduğunu düşünmüş.

Baltalar düşünmeye başlamış demek!

Özgür Pınar Işık

Sömürge Valisi

Geçtiğimiz haftanın ilk günlerinde Avrupa’dan Türkiye’ye karşı yoğun bir saldırı kampanyası başlatıldı.Gerek Yargıtay gerekse Anayasa Mahkemesi "uyarıldı".
İkinci Cumhuriyetçilerin dayısı Lagendjik, Barroso, Rehn...
Dört bir yandan "demeç" yağmurunu tuttukları yetmiyormuş gibi, üstüne bir de Barrosso denilen zat-ı şahane gelip, Atatürk'ün Meclisinde, Türkiye Büyük Millet Meclisinde ahkam kesti.

Ne diyor Barroso, "Demokrasi Laiklikten daha önemli", "Umarım Anayasa Mahkemesi AB'ye uyar".

Kimsin sen Barroso?
Kimin oğlusun, bu pervasızlığının kaynağı nedir?
Nerenin valisinin sen Barroso, kimler düğmene basıyor senin?
Görüyoruz ki pek çok sevenin varmış memlekette, alkışlamaktan elleri patladı.

Ama sen utanma Barroso, seni konuşturanlar utansın, bizi bu hale düşürenler utansın.
Sömürge valisi çalımlarıyla seni burda barındıranlar utansın.Sen sakın üzerine alınma, sen görevini yapıyorsun.Ne dediler sana, Türkiye'nin bölünme sürecinde etkin ol, git azarla, tehdit et, saldır.
Aferim Barroso, bizde de senin gibi işini iyi yapan adamlar lazım.

Şeriatçısı, faşisti, bölücüsü zaten dolmuş meclise.Sen de eksik kalmamalıydın, öylede oldu.
Lagendijk efendi zaten pek rahat bırakmaz buraları ama sen bir başkasın Barroso...
Havan olsun, karizman olsun, o kepçe kulaklıdan daha etkili olduğun kesin. Zaten "bu millet isterse hilafeti bile getirir" , seni de halife yapar, kim bilebilir Barroso?

Mecliste, kürsüde efil efil estin Barroso, hayran kaldık. Bizim bakanlar ve şahane bakanlar da seni kuzu kuzu dinlediler.
Gazete köşelerinde öve öve bitiremediler.Demokrasi savaşı verenler heykelini dikecek Barroso, zaten yargıya da karışmaya çalıştın ya, RTE ile ölümüne kankasınız artık.
Bak Berlusconi'ye, nasıllar ama, gıpta ile izliyoruz dostluklarını, sende katıl üçünüz bir tatile çıkın.

Bu günler de geçer Barroso. Gün gelir, devran döner, o yüzündeki gülücükler söner.Hayat bu, kime ne zaman tokat atacağı belli değil, ama sana tavsiye Barroso, Türk'ün tokadı fena olur.
İnanmazsan dedene sor.

13 Nisan 2008 Pazar

Sponsor Arıyoruz.

Değerli Okuyucularımız, yeni sitemizi yakında yayına koyacağız. Bu ve bundan önceki tüm harcamalarımızı yazar arkadaşlarımız karşıladılar. Biliyorsunuz ki Politika Dergisi bir üniversiteli gençlik projesidir. Bu da bizim, maddi açıdan oldukça zorlanmamıza neden oluyor.

Gençlere yapılan yatırımın her şeyden önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu sebeple sizi bize destek olmaya davet ediyoruz; çünkü eğer süreç bu şekilde devam edecekse, biz yine yazılarımızı yazarız; fakat maddiyat gereken konularda (örneğin röportajlar gibi) eksik kalacağımız için sizlere daha iyi bir hizmet sunamıyor olacağız. Bu açıdan lütfen bize sponsor olun.

Saygılarımızla,

Politika Dergisi

12 Nisan 2008 Cumartesi

Saygısızlığın Bu kadarına da PES!

İki gündür ülkemizi ziyaret eden AB komisyon başkanı Barroso’yla yatıp kalkıyoruz.

Dün Anıtkabiri de ziyaret eden Barroso, YeniÇağ gazetesinin haberine göre,

Atamızın huzurundan ellerini cebinden çıkarmadan geçen Barroso çok büyük bir terbiyesiz ve saygısızlığa imza attı.

Atamızın huzuruna geçerken elini cebinden çıkarmayan Barroso,

Bu hareketiyle hem Türk milletinin kurtarıcı Ulu önderimize,

Hem biz Türk halkına

Hem de Dünya protokol kurallarına karşı çok bir saygısızlık ve terbiyesizlik yaptı.


Dünya’nın hiçbir yerinde görülmeyen ve hiçbir yerinde de yapamayacağı bir hareketle Barroso

Bir ülkenin kurucusuna karşı protokol kurallarını bile hiç sayarak,

YaniÇağ gazetesinin de haberinde dediği gibi sömürge valisi gibi davranması çok sinir bozucu ve aşağılayıcı bir hareketti.

O esnada hiçbir Hükümet temsilcisinin olaya müdahale etmemesi de ayrı bir konu,

Resmen her şeyiyle AB’ye teslim olan AKP hükümeti,

AB komisyon başkanının kurucumuz ulu önder Atamızın huzurunda bu saygısızlığı,

Ne dinimize ne de Dünya’daki protokol kurallarına uymaz.


Ama hep dinden, dindarlıktan bahseden –dinci ortaya çıkan- AKP,

Türban da alkol de din vezirkanlığı hatta resmen ahlak bekçisi kesilirken,

Dinimiz de bile kabul edilmeyen,

Bırakın Atamızın bir merhumun bile huzurunda yapılamayacak saygısızlığa göz yuması, ses çıkarmaması akıl alır gibi değildi.

AKP açıkça AB’ye karşı dinimizi bile unutmuşa benziyor

Kapatma davası konusunda tamamen AB kozuna sarılan AKP,

AB uğrunda dinimize bile sığmayan bu tür hareketlere daha çok göz yumacağı aşikâr

Biz burada büyük devlet olmak için asla ve asla kırmızı çizgilerinizden,

Onurunuzdan ve dik duruşunuzdan ödün vermemeniz gerektiğini yazmıştık.

Eğer bu kırmızı çizgilerden, onurunuzdan ve dik duruşunuzdan vazgeçerseniz,

Değil kurucunuz olan kişinin huzurunda, mezarı başında saygısızlık yapmayı,

Suratınıza bile tükürseler ‘yarabbi şükür’ dersiniz…

7 Kocalı En Az 21 Çocuklu Hürmüz

Değerli okurlarım sınavlarım dolayısıyla uzun bir zamandır yazı yazamıyordum, lütfen affedin diyerek yazıma başlıyorum.

Uzun zamandır sosyal bilimlerle uğraştığım için, matematikten biraz geri kaldım. Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan her ailenin en az 3 çocuğu olsun diye bir söylemde bulunmuş. Fırsat bu fırsat deyip, geri kalmış olduğum matematiğe geri döndüm ve 7 kocalı Hürmüz, olarak tanınan karakterin en az kaç çocuğu olacağını buldum: 21.

Hürmüz'e Allah 7 koca verdiğine göre eminim ki 21 çocuğu doğuracak gücü de verecektir. Peki Allah başımızda bu tarz politikacılar varken bize bu çocuklara bakma gücünü nereden verecektir onu da merak ediyorum.

Adamı günaha sokmakta birebir olan Başbakanımız, Allah Kerim, çocuğu veren Allah rızkını da verir derken hiç mi yüzü kızarmıyor? Sevgili Başbakan, yoksul ve bir o kadar eğitim seviyesi düşük halka sen gidip de 3 çocuk yap dersen, en az 5 çocuk olur bunu aklının bir köşesine mutlaka yaz. Önce halkını tanı.

Başbakanın kaç tane çocuğu olduğu beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor; ama bu kadar çocuk meraklısı ise, daha kendisi oldukça genç onu belirtmek isterim. Hem tıpta ilerledi. Hem kendisini genç görmese de Allah Kerim. Sayın Başbakan ayıptır, günahtır. Ananıda alıp gitmesi konusunda uyardığın halka, gidip anne olun çağrısı yapıyorsun. Bu da Ananı da al git söylemlerinin, 3 kat artma ihtimalini doğuruyor, benden söylemesi.

Bu 3 çocuk kömürle doymaz sevgili okurlarım. Ekmek ister, aş ister. Mücahit Önder arkadaşım, yazısında çok güzel belirtmiş bu politikalarla benzediğimiz yer Batı değil, Doğudur diye. Doğuyu küçüksemek için söylemiyoruz, ama şunun bilinmesi lazım doğuda pek övülecek durumda değil.

Ekonomik göstergeler bakımından yerin dibinde sürünen bir ülke de, sosyal kalkınmayı aklının ucundan bile geçirmeyen A ve Kalkınma Partisi'nin iktidar olduğu bir ülke de, bu partinin başkanı nasıl olur da kalkınma ilkelerini hiçe sayar? A ne derseniz bir zamanlar var olan Adaletin A'sı. Hani onlar bakımından yavaş yavaş kaybolan Adaletin.

Bu ülkede 33 milyon geç olduğu söyleniyor. Genç işsizlerin oranını bilen var mı? Hemen söyleyeyim, Türkiye genç işsiz oranında Dünya'da 177 ülkeden 10. sırada. Ey anneler, doğurun 3 çocuk daha, günahı sizin boynunuza. Sayın Başbakan bu yaptığın, Cenneti annelerin ayaklarının altından alma girişimidir. Yeter, bırak artık annelerle uğraşmayı.

Peki eğitim endeksinde kaçıncıyız biliyor musunuz, 177 ülkeden 104. sıradayız. Unutmadan belirteyim, bu endeksler Birleşmiş Milletler'in, Kalkınma Raporları'ndan alınmıştır. Hani şu İnsani Gelişme Raporları'ndan. Sayın Başbakan'ın yaptığı cahil halk yetiştirme projesidir. İnan bana ki kimse senin çocukların gibi gidip Amerika'lar da okuyacak imkanları bulamıyor. Hem de burslu. Sonra da gidip gemi de alacak parası yok. Bu ülke de oyuncan gemi isteyen çocuğuna bunu alamayan kaç anne var biliyor musun?

Sevgili Başbakan, Tuğba Ekinci yeni bir şarkı yapmış. Hani şu sosyal sorumluluk çerçevesinde askerlere şarkı yapan hanımefendi. Şarkısının adı ne biliyor musunuz? Hemen cevap vereyim "condom" (prezervatif) çok değerli Başbakanımıza armağan olsun. Unutmadan Hürmüz'e de.

Saygılarımla,

Gökhan DAĞ

11 Nisan 2008 Cuma

www.politikadergisi.com

Değerli okuyucularımız, istekleriniz doğrultusunda, çok yakında yeni sitemizde sizlere hizmet vermeye devam edeceğiz.

www.politikadergisi.com adresli sitemiz, şu an test yayınında olup, kısa bir süre sonra faaliyetine başlayacaktır. Ayrıca şu anki sitemizdeki tüm yazılarımızı, yeni sitemizde de bulabileceksiniz.

Yeni sitemizde olacak bazı özellikler, öncelikle biliyorsunuz ki blog ortamlarında üyelik yaratma şansımız olmuyor. Yeni sitemizde, sitemize üye olarak, dergimizle ilgili faaaliyetlerden ve yazılardan haberdar olabileceksiniz.

Ayrıca oluşturacağımız forumlarda yazarlarımızla irtibata geçebilecek, sitemizle ilgili her türlü sorunu bizimle paylaşabileceksiniz.

Ayrıca dosyalar bölümünden, şu ana kadar yayınlanmış ve yayınlanacak tüm dergilerimizi indirebilecek, kendi yazılarınızı upload edebileceksiniz.

Saygılarımızı sunuyor, blog ortamında bize verdiğiniz desteği, yeni sitemizde de sürdüreceğinize inanıyoruz.

Politika Dergisi

Hürriyet'in Arka Yüzü

Gün geçmiyor ki ülkemizde skandal yaşanmasın

Gün geçmiyor ki emperyalistlerin ülkemizdeki işbirlikçileri,

Ülkemizi bölmek ve parçalamak için girişimlerine ortaklık etmesinler…

Bu sefer ülkemizin en saygın ve tirajı yüksek gazetelerimizden Hürriyet,

Spor ekinde Türk basketbol takımlarının Avrupa’daki mücadelesini anlatan haberde yayınladığı harita da,

Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu bölgelerimiz çıkarılmış bir şekilde yayınlanması

Emperyalistlerin ülkemizi bölme emellerine ortaklık mı ediyor sorusunu aklımıza getirdi?

Yine Hürriyet, çocukların çok sevdiği Hugo oyun kahramanın CD’sini dağıtırken de buna benzer bir harita yayınlamıştı.

Hürriyet hükümetle araları kötü olduğu zaman ulusalcı çizgiye ki bu köşe yazarları bakımından ulusalcı,

İyi olduğu zaman karşı-devrimci çizgiyi kaymasına-köşe yazarlarının daha yumuşak yazılar yazmasını- birçok kez tanıklık etmiştik.

Bu köşe yazarları da hepsi değil,

Bekir Coşkun, Tufan Türenç, Özdemir İnce, Yalçın Bayer ve büyük ustamız çok saygı duyduğumuz hala kovulmasını içimize sindiremediğimiz Emin ağabeyimiz olan Emin Çölaşan’ın yerine flash transfer olarak getirilen, Birazda Hürriyet sarsılan imajını düzeltmek için izin verdiği Yılmaz Özdil’dir.

Yine bu takkiyelerden birine imza atan Hürriyet,

Sanki emperyalistlere bir süredir AKP Hükümet’ine karşı izlediği muhalif çizgiye kanmayın,

Ben sizden yanayım mesajı verdi.

Zaten ne AKP Hükümet’ine karşı ne de AB-D’ye karşı hiçbir muhalif haber yapamayan Hürriyet,

Bu hareketiyle çirkin ve kirli yüzünü bir kez daha göstermiş oldu.

Tabi nokta da hiç bir Hürriyet gazetesinin köşe yazarı bu konuyla ilgili bir yazı yazmadı veya yazamadı.

Hiç bir köşe yazarı çıkıp da,

"Ya kardeşim bu haritayı kim yaptı. Suçlusu veya sorumlusu kimdir.

Siz nasıl olur da ülkemizi bölen bir haritası yayınlarsınız"
diyemedi, diyemezler de, diyemeyecekler de,

Ne bir gün en sert ulusalcı olan sonra yine yumuşayan Oktay Ekşi,

Ne de Emin abimizin yerine transfer ettikleri Yılmaz Özdil,

Bu konu da bir tek yazı yazmadılar.

Dün sözde ‘anadilde eğitim’ istiyoruz yalanıyla,

Hem de bu ülkenin Başbakanlık makamın da bu emperyalist oyuna ortaklık ediği için kızdığımız Diyarbakır Barosu başkanı Tanrıkulu’nun bu konuda çokta suçlamamamızın gerektiği ortada,

Bir ülkenin Başbakanı kalkıp ülkesindeki bir bölgeyi ayırır,

Yine o ülkenin en saygın ve tirajı yüksek gazetesi o bölgeyi,

O ülkenin toprak bütünlüğünden çıkarırsa

Hani derler ya

İmam yellenirse cemaat ne yapmaz?

Bu ülkenin Başbakanıyla tirajı yüksek gazetesi bunu yapıyorsa,

Doğu ve Güneydoğumuzdaki işsiz ve cahil insanımız ne yapmaz…

10 Nisan 2008 Perşembe

Ortak Değerler ve Uzlaşma Kültürü

Bir yerde okumuştum. Biz birbirimize benzeriz tarzı bir yazıydı. Yazının ana fikri iki insanın birbirini yakın hissetmesi, fikir birliğine varması, uzlaşmasının zor olmadığı; aksine yan yana gelen iki insanın ya isimlerinin (ana, baba, veya diğer akraba isimleri), ya memleketlerin (yaşadıkları yer, ailesinin yaşadığı yer), ya damak tatlarının (yemek kültürü, eğlence kültürü, giyim-kuşam vs.) benzer olacağını söylüyordu. Bu benzerlik alanları bir sürüydü; meslek, siyasi görüş, mizah anlayışı, okul geçmişi, yaşam tarzı ve nicesi. O kadar ki; bir noktada uzlaşamamış iki kişinin ya da iki grubun uzlaşabileceği bir "ortak yön" muhakkak vardı.

Bence çok doğru bir çözümleydi bu. Tabi temelde doğru olan bu uzlaşma kuramına ufak bir ilave yapma gereği de duyuyorum. Uzlaşmak için biriyle ortak değerlere sahip olmanın yanında "uzlaşma iradesi-isteği" ve "iyi niyet" de bulunması lazımdır. Çünkü insan yaradılıştan gelen tehdit algısıyla benzerlikleri değil de kendisine zararlı olabileceğini düşündüğü farklılıkları görür. Bu yüzden farklı görüşte olanlar dışlanır, öcüleştirilir, yok edilmeye çalışılır. Tıpkı Uludağ Evrenkent’inde küpe taktıkları için tartaklanan öğrencilerin diğer grupça "öteki" olarak görülmesi gibi. Tıpkı 1970'ler boyunca klasik bir Batı Bloğu ülkesi gibi Türkiye'nin Sovyet Komünizm’ini tehdit olarak görmesi ve algıyı bir noktada abartarak her kış "Kızıl Komünistler geliyor" korkusuna kapılmaları gibi. (Beklenen Komünistlerin hiç gelmediğini söylememe gerek yok sanırım!)

Bu ortak değerlerden en önemlilerinden biri de uluslararası müsabakalardır bence. Spor, müzik, sanat ve diğer alanlarda ülkemizden birinin ya da bir grubun yurt dışında mücadele etmesi çok özel olaylardır bence. Portekizli Diktatör Salazar'ın da söylediği gibi 3F (Futbol, Fiesta, Fado ya da Futbol, Festival, Yerel Bir Müzik) ülkeyi sorunsuz yönetmesine yardım etmiştir. Gereğinden fazla alınmasının afyon etkisi yapma tehlikesi olsa da kararında uygulandığında insanları birleştiren değerlerdir bunlar.

Her ne kadar fanatik olmasam da; bir Galatasaraylı olsam da önceki gün Fenerbahçe'nin maçını seyrettim. Hem de büyük bir heyecan ve milli bir bilinçle. Bazılarının dediğinin aksine, futbolu sadece bir zevk meselesi, bir heyecan olarak algılamadım. Hele oda arkadaşım, ki kendisi Sevilla galibiyetinden sonra hüngür hüngür ağlayacak kadar Fenerbahçe'ye tutkun bir insan, bana çeyrek finale çıkan 8 takımdan 4'ünün İngiliz, 1'inin Alman, 1'inin İspanyol, 1'inin İtalyan ve sadece 1'inin de Türk olduğunu söyledikten sonra bu maça sadece futbol müsabakası olarak bakamadım. Mesele 1 Türk takımının hiç çıkılamayan bir noktaya, düşük kapasite ve mali imkânlarla da olsa çıkabileceğinin, mücadele edebileceğinin meselesiydi. Netice ne olursa olsun milletimizin hariçte temsilcisi olana, iyi şekilde tanıtana, adımızı yüksek tutana saygımız ve desteğimiz sonsuz. Keşke daha iyi olsaydı, ama kısmet. Bu kadarmış.

Futbol sadece uzlaşmak için bir örnek; normalde bir birlerine düşman gibi görülen grupları aynı ülkü uğruna birleştirebilecek bir örnek. Bunlardan bir sürü olduğunu biliyorum.

Aynı uzlaşma kültürünün siyasette de olabileceğini düşünüyorum. Yeter ki "uzlaşma isteği" ve "iyi niyet" olsun. Ama unutulmamalı ki birçok siyasi görüş diğerinin karşıtı olarak oluşmuş; bu yönde körüklenmiştir. Bunun neticesinde 1972–79 arasında Demirel-Ecevit kutuplaşması oluşmuş, en çok oyu bu iki lider almış olsa da birbirlerine karşıt olarak propaganda yapıldığı için uzlaşmaları, güçlü bir hükümet kurmaları mümkün olmamıştır. Sonrası malumunuz: kötü giden ekonomi, siyasi çatışma, kurtarılmış bölgeler falan filan. Tıpkı Demokrat Parti-Halk Partisi döneminde mezarlıkların bile demokrat-halkçı şeklinde ayrılması gibi. (Normalde mezarlıklar insanların görüşleri için ayrılmaz, sadece farklı dinden olanların mezarları ayrılır!)

Aynı şey bugün de karşımıza çıktı. Suçun çoğu elindeki kuvvetle her şeyi devirip geçeceğini düşünen Başbakanla, "muhalefet" kelimesini "her şeye muhalefet, her zaman muhalefet" şeklinde anlayan Baykal'ın ya da etnik milliyetçilikten ya da ulusalcılıktan pay edinmeye çalışan marjinal partilerin liderlerinindir. Tıpkı Cumhurbaşkanlığı seçiminde, sınır ötesi operasyonda olduğu gibi istediği olmayınca direksiyonu sağa-sola kırıp virajı atlatmaya çalışan patlak tekerlekli kamyonetin gidişi gibi AKP'nin durumu. Şimdi, istediğimi yaparım mantığı ile uzlaşmamasının acısını çekiyor. Kuyruğu kapana sıkışınca da uzlaşma arayacağını söylüyor. Hadi hayırlısı! Belki olmaz olur da, uzlaşırlar.

Dubai Veliaht Prensi Deve Güzellik Yarışmasında bir DEVE’ye 2,7 Milyon $ ödemiş

Oda arkadaşıyla düşündük; estetik ameliyatla deve olsak beğenen çıkar mı diye? Sonra bir bedeviye düşme ihtimalimizin olduğunu düşünüp vazgeçtik. Hala bir deve kadar para etmiyoruz ona yanıyorum.

Saygılarımla,
Mücahit ÖNDER

9 Nisan 2008 Çarşamba

Emperyalist Oyun!

Dün Anka'nın haberine göre Başbakan Rte'nin Diyarbakır'dan gelen heyeti kabulünde "ana dilde eğitim" gerilimi yaşandığı yönünde bir haber vardı.

ANKA'nın edindiği bilgiye göre, "Başbakan Erdoğan, heyette bulunan sivil toplum kuruluşları başkanlarının bölgeye ilişkin görüş ve önerilerini dinledi. Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu, bölgeye ilişkin görüşlerini aktarırken bölgeye yönelik hazırlanan paketlerin sadece ekonomik içerikli olduğunu söyledi. Tanrıkulu, bölgedeki sorunun sadece ekonomik değil siyasal yönünün de bulunduğunu anlattı. Bu sırada Başbakan Erdoğan Tanrıkulu'dan örnek vermesini istedi. Tanrıkulu da ana dilde eğitim ve kamusal alanda ana dilde hizmet alma hakkının Türkiye'de bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine kabulde ortam bir anda gerildi. Tanrıkulu'nun bu sözleri üzerine Başbakan Erdoğan, "Ana dilde eğitim sadece azınlıklar içindir. Onlara da kurs açılır" diye konuştu. Erdoğan, Tanrıkulu'na Almanya'da yaşayan Türklerin durumunu örnek gösterdi." Haberi verdi.

Daha sonra ANKA habere, "Erdoğan'ın bu örneği vermesi üzerine Tanrıkulu, oradaki Türklerle Türkiye'de yaşan Kürtlerin karıştırılmaması gerektiğini belirtti. Bu diyaloglar görüşmenin daha da sertleşmesine neden oldu. Erdoğan, Tanrıkulu'nun bu sözlerine sert yanıt verdi ve "Yalan konuşuyorsun, sen dürüst değilsin" dedi. Tanrıkulu da "Ben dürüstlüğümü kimseye ispatlayacak değilim. Bana hakaret edemezsin" diyerek toplantıyı terk etti.

Tanrıkulu'nun toplantıyı terketmesi görüşmedeki gerilimin doruk noktasına çıkmasına neden oldu. Görüşme Tanrıkulu'nun ayrılmasının ardından yaklaşık 20 dakika sonra sona erdi." Diyerek devam ediyor.

Haber oldukça vahim ve tehlikeli,

Bölgenin baro başkanı anayasadan hukuk'tan en iyi bilen birisi olarak görülen kişi,

Anayasamızın 3 Maddesine karşı hem de bu ülkenin başbakanlık makamında suç işliyor.

Hiçbir şekilde gerçek olmayan,

Tamamen emperyalistlerin oyunu olarak karşımıza çıkarılan"Kürtçe anadilde eğitim" palavrasına ortak oluyor.

Dahası baro başkanı Tanrıkulu bunun toprakları üstünde yaşadığı, okullarında okuduğu ülkesinin temeline bir saldırı olduğunu bile bile bu oyuna ortak oluyor.

Tabi bu noktada Tanrıkulu'na da çok yüklenmemek gerek bu emperyalist oyunu ilk onlara aşılayan

İlk bu oyuna o insanlarımızı ortak eden kişi tam karşısında duruyor.

Yıllardır coğrafi konumu yüzünden doğu illerimizde ve insanlarımızda sorun olan eğitim, sağlık, konut ve iş sorunu doğu sorunu olarak dile getirirken,

Başbakan Rte kalkıp Diyarbakır da bu doğudaki sorunlarımıza-eğitim,sağlık,konut,işsizlik- sözde 'Kürt sorunu' diyerek emperyalist oyunu devreye sokmuş oldu.

Neredeyse binlerce yıldır aramızda bir tek husumet bulunmadan yaşadığımız,

Kurtuluş savaşında birlikte mücadele verdiğimiz,

Hatta ve hatta Şanlı-Urfa, Gazi-Antep, Kahraman-Maraş gibi bu illerimizdeki insanlarımızın kurtuluş mücadelemiz sırasında destansı başarılarından ötürü bu ünvanları almıştır.

Dün emperyalizme karşı omuz omuza mücadele ettiğimiz kardeşlerimizle,

Bugün birbirimize düşürülmeye ve bölünmemiz bu bütünlüğümüz yok edilmek isteniliyor.

Bunun adına da 'Kürt sorunu' deniliyor.

Hatırlarsanız 60'dan önce 'Halkçı partili - Demokrat partili' diye ayrılmıştık.

Ne Demokrat partili Ne de halkçı partili bir aile diğer aile sırf siyasi görüşleri yüzünden kız verip veya almıyorlardı.

Sonra işi iyice aşırıya gidilip Menderes tarafından 'Vatan Cephesi' kuruldu ülke tam bir keşmekeşin içine itildi, her gün radyodan Vatan Cephesi 'ne katılanların ismi okundu duruldu ve sonra biliyorsunuz 60 ihtilali oldu.

60 ihtilalinden sonra bu sefer yerini 'Sağcılar ve Solcular' aldı.

Koskocaman bir devletin Hükümet'i her şeyi bir kenara bıraktı. 3 tane üniversiteli gencin peşinde koşturdu sonra ne oldu?

3 genci 60 ihtilalinde asılan 3 siyasetçinin resmen kanı yerde almasın diye boşu boşuna astılar. Bir nifak tohumu daha attılar.

En sonunda 'ya beni niye almıyorlar demek ki yapmıştır bir şeyler' sözünü bitiremeden 'kendimizi karakolun Filistin askısında' bulduğumuz 80 darbesi geldi.

15, 16 yaşında gençlerimiz suçsuz yere hapse atıldı. İdam edildi.

Onlarca insanımız işkence gördü. Bazıları sağ girdikleri karakollardan çıkmadılar.

Suçun ne olduğunu bilmeden suçsuz yere birçok insanımız 'asmayalım da besleyelim mi' sözüyle kendini darağacında buldu.

Şimdi?

Şimdi 'CHP'lisi - AKP'lisi, sağcısı - solcusu, sunisi - alevisi, Laik'i - Anti-Laik'i, Türk'ü - Kürt'ü, Liberali - Ulusalcısı' diye bölünüyoruz da bölünüyoruz...

Tam bir mayoz bölünme gibi iki yarıya bölündük.

Biraz hafızalarımızı tazelersek bu oyun sayesinde koskocaman bir Sovyetler Birliğini ve Yugoslavya'yı bölen emperyalistler Şimdi aynı oyunla bizi bölmeye çalışıyorlar...

Sürekli verilen bir örnek olmasına karşın durumumuzu en iyi açıklayan örnek olan,

Ekmeği bir bütün yemek mi daha kolay?

Yoksa parçalara bölüp de yemek mi?

Bilgin Türk

8 Nisan 2008 Salı

Büyük Devlet Olmak

Yıllardır büyük devlet olmanın belli kuralları vardır deriz.

Bunlardan biri dik duruş göstermek ve asla taviz vermemektir.

Bir kez taviz verirseniz onun ardı arkası kesilmez.

"Önce büyük devletlere siz istediğinizi verirsiniz, sonra onlar istediklerini alır" ve bunun önüne geçemezsiniz en sonunda Osmanlı imparatorluğu gibi bilinen dünyanın en büyük devletinin hazin sonunu yaşarsınız.

4 Nisan da bazı haber ajanslarına düşen haberde; "Japonya'nın başkenti Tokyo'nun güneyindeki Yokosuka'da 19 Mart'ta bir taksi şoförünü bıçaklayarak öldüren donanma üssünde görevli ABD askeri Olatunbosun Ugbogu, Japonya'yı ayağa kaldırdı. Daha önce de ülkedeki ABD askerlerinin işlediği suçlar nedeniyle sıkıntı çeken Japonya, ABD'den açıklama istedi. Basın da olayın üzerine gidince, ABD ordusu dün Ugbogu'yu Japonlar'a teslim etti." Diye haberden bahsetti.

Sözde stratejik müttefikimiz ABD, bize PKK konusunda kök söktürürken Japonya da bir ABD askeri bir Japon'u öldürdü diye askerini Japonlara teslim ediyor.

Hatta teslim etmekle kalmıyor, Hürriyet gazetesinin haberinde de değindiği gibi "ayrıca bir açıklama yayınlayarak tüm Japon halkından ve öldürülen taksicinin ailesinden özür diledi. Ancak bu da yetmedi üssün bulunduğu Yokosuka kenti de özür istedi. Bunun üzerine ABD Büyükelçisi Thomas Schieffer ve Japonya'daki ABD Donanması Komutanı Amiral James Kelley, Belediye Başkanı Ryoichi Kabaya'nın makamına giderek tüm basının önünde başlarını öne eğip özür diledi." Diyerek o büyük ABD'nin dünyanın gözü önünde bir Japon belediye başkanı ve halkından özür dileğini yazıyor.

Stratejik müttefikimiz ABD bize aslan kesilirken Japonya karşısında süt dökmüş kediye dönüyor.

Burada Hürriyet'i gerçekten tebrik ediyorum. Habere yıllardır bir tek 'özür'de bulunulmayan 1992'de 'Muavenet Zırhlısı'nın sözüm ona 'kazayla' batırılmasından devam ediyor;

"Ancak aradan geçen 16 yıla rağmen 5 şehit ve 22 gazi verdiğimiz 'Muavenet Zırhlısı' için tek bir özür gelmedi. 2 Ekim 1992'de planlamasında 'gerçek atış' bulunmayan Display Determination Tatbikatı'nda tam gece yarısı ABD Uçak Gemisi Saratoga'nın attığı 2 Sea Sparrow füzesi firkateynimize isabet etti. Birer saniye arayla atılan 2 füzenin biri komutanın olduğu kaptan köşkünü, diğeri de savaş harekat merkezini vurdu. Olaydan sonra şehit ve gazi yakınları ABD'ye tazminat davası açtı. Ancak dava sonucunda olayın "İki deniz kuvvetleri arasında mı yoksa iki hükümet arasında mı olduğunun" belli olmaması nedeniyle 'Political Question' yani politik mesele olarak ele alınması kararlaştırıldı ve herhangi bir tazminat da ödenmedi." Diyerek nasıl bu sefer bizim boyun eğdiğimizi söylüyor.

Hayatları bir anda mahvolan 22 gazimiz için ne bir tazminat ödendi ne de bir özür dilendi. Hatta bu 22 gazimiz kaderlerine terk edildi.

Aynı ABD bize bir tek özür dilemezken Japonya'ya karşı boyun eğiyor.

Tabi yine de burada ABD kendi çıkarları için bu tavizi verdiğini de göz ardı etmemek gerek. 2. Dünya Savaşı'nda ABD egemenliğine giren Okinawa, 1972'-de Japonya'ya geri verilmesinden beri, ülkedeki 50 bine yakın Amerikan askerinin yarısına ev sahipliği yapmayı sürdürüyor. ABD bir süredir, buradaki üslerini yerleşim yerleri dışına taşıma ve askerlerinin bir kısmını Pasifik adası Guam'a nakletme planları yapıyor

.Japonların kendileri istemeden bu 50 bine yakın askeri sınır dışı etmemesi için Japonlara bu tavizi vermek zorunda kalıyor.

Zorunda kalıyor. Çünkü Japon hükümeti bizim AKP hükümeti gibi her şeyiyle ABD'ye bağlı değiller.

Peki, girmeye çalıştığımız AB üyesi ve başkenti olarak adlandırılan Belçika, terörist Fahriye Erdal'ı yıllarıdır bize teslim ediyor mu?

Hayır

Yine aynı Avrupa ASALA ve PKK'lı teröristlerin elini kollunu sallaya sallaya dolaşmasına izin veriyor. Türkiye bu teröristleri iade edilmesini isteyince hukuk'tan anayasadan nutuklar atıyor. Bize ders vermeye kalkmıyorlar mı?Bir de üstüne barbar demedikleri kalıyor...

Neden?

Çünkü Bir genel seçimden sonra siyasi yasağın kalkması ve Başbakan olabilmek için AB-D'den izin ve yardım almıyorlar.

Veya Başbakan olmak için AB-D'li yetkililerin gözünün içine bakmıyorlar...

Yıllardır ülkesinde binlerce askerinin şehit olmasına, yine onca masum insanın kanı dökülmesine sebep olan terör örgütüne,

Başka bir ülkede bulunan kaynağını kurutmak için operasyon yapacağı zaman ayaklarına kadar gidip operasyon için izin almazlar.

Veya anayasasını değiştirmek istediği zaman -ileri veya AKP'nin geri götürmek amaçlı- ayaklarına kadar gidip getirtmek istediği anayasayı anlatmaz...

Avrupa'daki veya Dünya'daki büyük devletlerinin, devlet adamları ABD'ye ziyaret gerçekleştirdiğinde,

Bizim Başbakan veya Cumhurbaşkanı gittiği zaman Amerikan başkanı çalışma odasının kapısında karşılandığı gibi değil,

Amerikan başkanın kapısının önünde de değil, koridor da değil, Beyaz Saray'ın giriş kapısında kırmızı halıda beklenir...

Yine Cumhurbaşkanı Gül'ün ziyaretinde gördüğümüz Bush'un Gül'ün sırtına vurması gibi hareketlerde yapmazlar,

Hemen ertesinde Sarkozy ziyaretindeki gibi kırmız halıda el sıkışılır. Eğer oturulacaksa nazikçe eliyle öyle sırtına vurmadan gösterilir

Diğer Büyük Devletlerin o devlet adamları gibi gerektiğinde kırmızı çizgilerinizden asla taviz vermez milli çıkarlarınızdan vazgeçmezseniz.

Size de ikinci veya üçüncü sınıf devlet gibi değil büyük devlet sıfatıyla yaklaşırlar

Ama yapmazsanız;

Daha çok askerlerinizin başına çuval geçirilir, kazayla askeri geminiz batırılır, terör örgütüne yapacağınız operasyon için ben Türk askerini düşünüyorum adı altında izin almaya gidersiniz...


Bilgin Türk

7 Nisan 2008 Pazartesi

Ne Dedin Sen? Çatt...

Aslında bugün, Dünya Ormancılık Günü'nde, Ormanlarımızı, kendileri gibi bir yığın odun ve arazi olarak görenlerin Meclis'e verdikleri "ORMAN ALANLARININ, TURİSTİK TESİS KURULMAK ÜZERE KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI‘NA TAHSİSİ, YASA TASLAĞI" adındaki dalavereden bahsetmek için çalışmıştım.

Ama ilginç bir tesadüfle muhteşem bir videoya* rastladım.
7 Mayıs 2007'de, Fox Tv'de, Doğu Perinçek'in konuk olduğu,Çapraz Ateş programıydı bu.
Programı Reha Muhtar ve Mehmet Ali Ilıcak sunuyor.
Konuklardan biri; anası, Nazlı Ilıcak.
Diğeri İnsan Konuşmasına Benzemeyen Sesler çıkaran bir amca.

Doğu Perinçek RTEnin meşhur diz dibi pozisyonunu gösteren kitabını uzatıyor kameralara. Kitabın adı "Tayyip Erdoğan'ın Yüce Divan Dosyası"
Ve anlatıyor.2004 yılı Mart ayında Niğde Ulukışla'da Yerel Seçimler'de akepe seçim minübüs'ünün üstünde şöyle yazıyor;

"84 Yıllık Karanlığa SON!" Açıklıyor; 84 yıl geriye gittiğinizde, 1920, yani İstiklal Savaşının başlaması ve Saltanat'ın bertaraf edilmesiyle, onların karanlığının başlangıcına ulaşıyorsunuz.

İkinci bir örnek olarak, Akepe Isparta Milletvekili Recep Özer'in;

"84 yıllık pisliği temizlemeye çalışıyoruz."

sözünü gösteriyor.Perinçek bunları sayıp,

"Bunlar Cumhuriyet düşmanıdır. Vatan düşmanıdır."

dediğinde ana Ilıcak'la, yanındaki amca bir ağızdan,

"Kim?? Ak Parti mi?? Hahahaaytt" diye gülmeye başlıyorlar ve Nazlı Ilıcak haklı çıkmaya çalışırken ağzından golden shot'ı çıkarıyor;

"Temsil Şeysi Var mı? Partiyi temsil mi ediyor?? Eğer böyle birşey olsa partiye kapatma davası açarlar " deyiveriyor.

Demek ki neymiş?

Eğer bunlar yapıldıysa ve söylendiyse(ki yapıldı, ki söylendi),
Bunu yapan edenlerin de, partiyi temsil şeysi varsa(ki var. akepe teşkilatı ve milletvekilinden bahsediyoruz!),
O zaman partiye kapatma davası açarlarmış.

Yani Neymiş Nazlı ablacığım.

Yargıtay, Ak Partiyi iktidarsızlaştırmak için ve sadece türban yüzünden kapatma davası açmamış.

Zaten size o programda anlatılanlar doğru olduğunda bile, kapatma davası açılabiliyordu değil mi? Peki o zaman kapatma davası açıldıktan sonra aşağıda yazdığınız yazılar,nasıl desek biraz, yalan olmuyor mu?

"AK Parti'yi iktidarsızlaştırma girişimi
Keşke Yargıtay Başsavcısı'nın, sadece hukuki mülâhazalarla hareket ettiğine ve Anayasa Mahkemesi'nin de, evrensel ilkeler doğrultusunda bir karar vereceğine inanabilsek. Fazilet Partisi'ni kapatma kararının siyasi olduğunu bizzat Yüksek Yargı'nın bir üyesi, Haşim Kılıç açıklamamış mıydı? Şu anda Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliği hakkında karar vermeye hazırlanıyor. Diyelim ki, yetkisini aştı, şekil şartlarının yerine gelip gelmediğine bakacağına esasa da girdi. Kapatma davasıyla "iğdiş" edilmiş bir parti, nasıl ses çıkaracak? Üstelik kapatma davası, başörtüsü sebebiyle açılmış. Anayasa Mahkemesi, esastan bir inceleme yapmasa dahi, rektörlerin ve YÖK'ün bazı üyelerinin yasakları sürdürme eğilimi mevcut. Hakkında böyle bir dava varken, AK Parti, kolay kolay bu konuda ısrarlı girişimlerde bulunabilir mi? Özetle, kapatma davası, AK Parti'yi "iktidarsızlaştırma" teşebbüsüdür. "

(http://www.sabah.com.tr/2008/03/16/haber,4A0E8F2E97B243A5A327E8E53B4F3199.html)

"Başörtüsü, don ve laiklik
Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, iddianamesini, "düşünce özgürlüğü" çerçevesinde sarf edilen sözlere ve "kırmızı sokaklar", "bilbordlarda mayo yasağı" gibi, bilahare hakkında düzeltme yapılan gazete haberlerine dayandırıyor.Beni en çok şaşırtan, Cüneyd Zapsu'nun, başörtüsünü "don" ile ilişkilendiren cümlesinin laiklik karşıtı sayılması oldu. "Başörtüsünü çıkart demek, bir kadına donunu çıkart demek gibi bir şey." Muhtelif yorumlar yapılabilir: "Bu cümle, ince eleyip sık dokumadan öylesine sarf edilmiştir; kadınlar açısından inciticidir; hatta başörtüsüne karşı saygısız bir tavır içermektedir" denilebilir.Ama "laikliğe" aykırı bir cümleden katiyen söz edilemez. Laiklik, devletin temel nizamının din esaslara dayandırılmaması, inançlara karşı eşit mesafede kalınması anlamına gelir. Laikliğin, ikinci ayağı da, din ve vicdan özgürlüğüdür.Cüneyd Zapsu, acaba ne deseydi, laikliğe ters düşen bir düşünce ifade etmiş olurdu? Biraz fikir jimnastiği yapalım: - Her kadın, don giydiği gibi başını da örtmelidir. - Başörtüsüz kadınlar da, donsuz kadınlar kadar edep dışı bir davranış içindedir. Ama Zapsu, zaten, böyle konuşamaz, çünkü hem eşi ve kızlarının başı açık, hem de kendisi laik düzenin bir parçası.Özgürlüğün genişletilmesi, meselâ, "başörtülü kızların okumasına izin verilmesi" veyahut bu özgürlüğün savunulması, laiklik karşıtı bir tutum değildir; aksine, "din ve vicdan özgürlüğü" bağlamında, laiklik ilkesinin bir gereğidir. Laiklik karşıtı bir tavırdan söz edebilmek için, bir özgürlüğün ortadan kaldırılması veya sınırlandırılması gerekmektedir. Herkese başörtüsü mecburiyeti; içki yasağı; evlenmede, boşanmada, cezalarda şeriat hükümlerinin uygulanması gibi...Bugün Başsavcı'nın gerekçesinde yer alan birçok düşünce, her gün çeşitli köşe yazarları tarafından ifade ediliyor. Herkes, hepimiz, laiklik ilkesini çiğniyor muyuz? Laiklik, din düşmanlığı değildir. 28 Şubat dayatmalarını sessizce kabullenmek hiç değildir. Önce bunda anlaşalım. "

(http://www.sabah.com.tr/2008/03/17/haber,9643881979484A0E93D3561FE3C19CA4.html)

Siz kendi ağzınızla söylemişsiniz.

7 Mayıs 2007'de, Fox Tv'de, sizin de konuk olduğunuz Çapraz Ateş programında, Doğu Perinçek'in verdiği o iki örnek bile partinin görüşünü yansıtıyorsa,
Kapatma Davası Açarlar.

O zaman, İnanmıyorum, %47 oy almış bir partiye nasıl kapatma davası açılır? Bize yazık değil mi? diye çırpınmanın bir anlamı kalmamıştır.

Laikliği don lastiği gibi genişleterek , akepeli tayfanın her yaptığını mazur çıkarmaya çalışmayı bırakın ve dua edin de, 7 Mayıs 2007 de söylediğiniz bu cümle, Sevda Demirel'in Hande Ataizi'ne attığı, o meşhur tokat gibi suratınızda patlamasın.



"Ne dedin sen?? ÇATT"




Özgür Pınar Işık
* Adı Geçen Program'ın Videosu;
* Not; Eğer vaktiniz varsa ve bu programı izledikten sonra aşağıdaki adresten TRT1'de 1991 de yayınlanan bir programda, liderlerin konuşmalarını da izleyin. Siyasette, geriye doğru evrildiğimizi daha net anlayacaksınız.Bütün büyük liderler orada.Sırayla konuşuyorlar.
Bir araya gelebiliyorlar! ve ne yapacaklarına dair programlarını anlatıyorlar.
Ters görüşlerde olsalar da çoğunlukla saygı çerçevesinde. Öfkeyi hitabet sanatı saymayan bir siyasi bakış.
Her konuda geriye doğru evriliyoruz.
Zorla, hiddetle, olmadı öfkeyle.

6 Nisan 2008 Pazar

Tortu

1)
Girintiler el verir, çıkıntılar dokunur
Bahaneler öğüten değirmenler kurulur

Elinizde kalacak azgınlığın tortusu
Özünüzü sarsacak siyasetin örtüsü
Var mı ölçüsü ve tartısı
Ortaya koyduklarınızın ?

2)
Güdümlü yabancılaşma
Aslını inkâr eden yaklaşma

Düşünmeden, desteksiz attınız
Geleceği irdelemeden, hesapsız sattınız
Vurdumduymazlıklarınızla, bir de dayattınız
Size dönecek cezası yaptıklarınızın.

3)
Mümkünse güneşi bir kutuya koyun
Dünya belgesidir özünden kopmuş bir soyun

Çok ileri gittiniz
Yılanları güttünüz
Zamanı öğüttünüz
Farkında değilsiniz
Kaçarken yaklaştıklarınızın.

4)
Yeryüzü karanlık, kalabalıklar duyarsız… gelirsin görmezler
Kardeş… vatandaş bilmece gibi… gidersin bilmezler !

Demir fiyatına satılır mı bakır
Siz yazarsınız başkaları okur
Her birisi insan yutan bir çukur
Şuursuzca açtıklarınızın…

5)
Duyarlılıklarını budamışlar
Göz göre göre içlerini boşaltmışlar!

Öfke kararttı gözlerinizi
Hırs doldurdu ceplerinizi
Hile... oyun... yalan
Kapattı kalplerinizi
Hesabı ağır olacak
Dağıttıklarınızın…

6)
Hayalsiz, sevgisiz, duygusuz uydular
Yazılanlar ve konuşulanlar karşısında uyudular!

Elinizde kalacak azgınlığın tortusu
Özünüzü sarsacak siyasetin örtüsü
Var mı ölçüsü ve tartısı
Ortaya koyduklarınızın ?

Üzeyir Lokman ÇAYCI

Kuzu Postu Altında Kurt Musunuz?

Dün haber ajanslarına düşen meclis de tam bir trajikomik oylama hemen hemen herkesin dilindeydi.

Meclis başkanvekili Nevzat Pakdil'in başkanlığın da yapılan Sosyal Güvenlik Reformu oylaması görüşülürken skandal yaşandı.

AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, hükümet ile sendikalar arasında varılan uzlaşma gereğince, tasarının 35. maddesinin değiştirilmesi için önerge verdi. "Yüzde 35 olan alt sınır aylığının evli veya çocuklu olanlarda yüzde 40'a çıkartılmasına" yönelik AKP önergesinin yanı sıra, CHP, MHP, DSP'lilerden de bu madde için çok sayıda önerge geldi.

Muhalefetin önergeleri tek tek reddedildi. Sıra AKP'nin önergesine geldiğinde MHP, "toplantı yeter sayısının" aranmasını istedi. Birleşimi yöneten TBMM Başkanvekili Nevzat Pakdil, elektronik cihazla yoklama yaparken, AKP grup başkanvekilleri de kulisteki milletvekillerinin salona girmelerini istedi. Bu sırada Pakdil yoklama sonucu salonda karar yeter sayısının olduğunu belirterek, hemen ardından AKP önergesini oya sundu.

Apar topar kulislerden Genel Kurul'a giren AKP'liler, neyin oylandığını bilmedikleri için muhalefet milletvekillerinin tutumuna baktılar. Muhalefetin "kabul" oyu verdiğini gören AKP'liler, hep beraber "ret" oyu verdi.

Sonuçta muhalefetin de desteklediği AKP önergesi, AKP'li milletvekillerinin oylarıyla reddedildi.

Bu olay Çalışma Bakanı Faruk Çelik çok sinirlendirdi. Daha sonra Çelik, "Biz bu maddede, asgari aylıklarla ilgili sosyal taraflarla mutabakat sağlamıştık. Bu kabul edilmeyen önergede de evli veya çocuklu olanlarla ilgili yüzde 5'lik bir artış sağlanıyordu. Yani çalışanların lehine olan bir önerge kabul edilmemiş oldu" diyerek olaya karşı tepki gösterdi.

Ama Bakan Çelik de milletvekillerin kurşun asker gibi kullanılmasının ne kadar yanlış olduğunu trajikomik bir şekilde öğrenmiştir.

Gerçi ne kadar Faruk Çelik'in ve AKP'lilerin bu konu da ders alacaklarında emin olmasam da,

En azından artık kulislerde bir nöbetçi vekil tutarak hangi madde, hangi yasa oylanıyor diye diğer Rte vekillerine bildirir...

Diğer yanda bir başka skandal da,

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan 11. sınıf Coğrafya kitabında Ağrı Dağı'nın "Ararat" olarak ders kitaplarında yer almasıydı.

Ararat ermeni sorunu konusunda simge olmuş ve ermeni diasporasının en çok reklâm malzemesidir.

Yıllardır ermeni idaalarını yalanlayıp belgeleriyle yüzlerine çarptığımız bu konu da MEB'nin böyle affedilemez bir hata yapması akıl alacak türden değil.

Resmen ermeni diasporasına çanak tutan bu milli olamayan eğitim bakanı Cumhuriyet Tarihimiz de bir ilke imza atarak ermeni idaalarına çok ciddi zemin hazırlamıştır.

6 yıldır en çok AKP kadrolaşmasının görüldüğü MEB de artık işlerin ne kadar tehlike bir boyuta geldiği de bu olay sonucu bir kez daha gün ışığına çıktı.

Tarih kitaplarından birçok Cumhuriyet Tarihimize ait olayların çıkarıldığı,

Yakın tarihimizi çocuklarımıza yanlış ve eksik öğretildiği,

Coğrafyamızın bile artık çocuklarımıza yanlış öğretilerek büyütüldüğü göz önüne alınırsa

6 yıldır karşı-devrimin istediğinde bir nesil geldiği apaçık ortada,

Bu Milli olmayana Eğitim Bakanı büyük bir ihtimalle,

Meclis de yukarıda da değindiğimiz kurşun askerler sayesinde açılsa bile gensoru önergesinden kurtulacaktır

Ama bunların elinde büyüyen çocuklarımız ne yazık ki yakın tarihimizden ve artık coğrafyamızdan bile haberi olmayacak ya da yanlış bilecek...

Aslında bugün başka bir konuya değinmek istiyordum.

8 Nisan Salı günü İzmir de "Türkiye nereye gidiyor" konulu panelde konuşacak olan Turan Çömez,

Kendisine yöneltilen yeni bir parti kuracak mısınız sorusuna karşı;

"Türkiye'nin bir çare aradığını düşünüyorum. Ülke bu çareyi içinden bulup, çıkaracaktır" gibi bir yuvarlak cevapla idaaları yalanlamaması dikkat çekiciydi.

Yine Eski AKP'li ve milli görüşçü, yeni sözde ulusalcı Abdüllatif Şener'le birlikte parti kurması yönünde adı geçiyor.

Bu olaylar yaşanırken akılma acaba;

Şener ve Çömez bu planın veya oyunun hangi perdesinde görev alıyorlar soru geliyor

Şener ve Çömez, Mustafa Yıldırım'ın da 'Sivil Örümcekler Ağında' kitabında bahsettiği o sivil örümceklerden mi?

5 yıl bakanlık ve kuruculuğunu yaptığı partiyi 22 Temmuz seçimlerinde terk ediyor.

Seçimden sonra çıkıp bizden bile daha muhalif bir çizgi izliyor.

Hatta başbakanı eskilerin en popüler dizi 'Dallas'taki Cayar a benzetip en sert eleştirilere imza atıyor.

Diğer yanda Özel kalemi ve doktorluğunu yaptığı Turan Çömez

Bütün Seçim dönemi boyunca susuyor.

AKP'nin yaptıkları hakkında hiç bir şey demiyor.

21 Temmuz günü, seçimden bir gün önce bir kanala çıkıp

Bu kanalda belirtelim Kanaltürk'tür.

Yani ulusalcı kesimin kanalı olarak anılır.

AKP'nin yaptıkları hakkında konuşuyor.İnanılmaz şeyler söylüyor.

Yapılan ihaleye fesat karıştırılmalarından tuttun da

Kadrolaşmaya kadar bütün AKP'nin içyüzünü ortaya döküyor...

Neden tepki göstermediniz 5 yıl boyunca sustuğunuz sorusuna;

Partide eliniz kollunuz öyle bir bağlı ki sessiniz çıkarmıyorsunuz gibi çocukların bile inanmayacağı bir cevap veriyor.

Daha sonra yine sessizliğe bürünüp ne zaman AKP zor durama düşse kendilerine pastadan pay çıkarmaya çalışanlar gibi ortalığa atılıyorlar.

Sayın Çömez ve Şener'e soruyorum;

Bu emperyalist oyunun hangi sahnesinde, hangi perdesinde oynuyorsunuz veya oynayacaksınız?

AKP holding ve Bizans medyasının gözünü çıkaracak bir hata yapmadıkça kuzuların sessizliğine bürünen

Ama o hatayı yapınca da kurt gibi saldıran

Yoksa Kuzu postu altındaki kurt musunuz?

5 Nisan 2008 Cumartesi

Tek Kelimeyle; 'REZALET'

Yıldız Parkı’nda ’mahalle baskısı’... Çadır Köşk’te birbirine sarılan 10 yıllık evli Akyol çifti, bu yüzden servis yapılmadığını ve mekandan atıldıklarını iddia etti. Gerekçe ise şoke edici: “Burası aile yeri, sarılmak, el ele tutuşmak yasak!”

İstanbul’un en eski ve en büyük parklarından biri olan Yıldız Parkı’na giden bir çocuk sahibi 10 yıllık evli Akyol çifti, mahalle baskısı gördüklerini iddia etti. Anaokulu öğretmeni Serpil Akyol ile işletmeci eşi Fuat Akyol’un iddialarına göre olay şöyle gelişti: Çift, önceki gün saat 16:45’te 3 yaşındaki kızları Derin’i de alarak Yıldız Parkı içindeki tarihi mekan Çadır Köşkü Restoran/ Cafe Bar’a gitti. Fuat Akyol burada eşine sarıldı.

Beltur’un kuralı böyle

Bunu gören garsonlardan biri yanlarına gelip, “Burası aile yeri” diye uyarıda bulundu. Ardından diğer müşterilerin de taraf olduğu bir saatlik tartışma yaşandı. Tartışmanın sonunda garsonlar tarafından, “Beltur’un kuralları böyle, el ele tutuşmak yok, sarılmak yok. Kurallarımıza uyacaksınız” gerekçesiyle servis yapılmayan Akyol çifti, restorandan çıkarıldı. ‘Biz de aileyiz’ dedikSerpil Akyol yaşananları şöyle anlattı: “Garson, ’Burası aile yeri’ deyince şok oldum.

’Biz de aileyiz’ dedim.

Tartışma duyulunca diğer müşteriler garsonun hata yaptığını söyledi. Biz gidecektik, diğer müşteriler ’Gitmeyin, oturun’ dediler. Biz de oturduk. Servis istiyoruz, bizi duymazlıktan geliyorlar, masaya bakmıyorlar. ’Sipariş vereceğim’ dedim, Garson, ‘Size servis açmıyoruz’ dedi.”

Belediye inceleme istedi

İddiayı sormak üzere aradığımız İstanbul Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, konunun İştirakler Daire Başkanlığı ve Beltur Genel Müdürlüğü’ne iletildiğini ve gerekli incelemenin yapılmasını istediklerini söyledi.

BELTUR’a dava açacağız

Garsonlar servis yapmayınca Akyol çifti avukatlarını aramış. Ve avukatın isteği üzerine servisin açılmadığı yönünde yazılı kağıt istemişler. Fuat Akyol, “Ancak vermediler. ’Burada kurallarımız var, bu kuralları Beltur belirliyor. Belirlediği bu kurallar da el ele tutuşana, sarılana servis yapılması istenmiyor’ dediler. Bunun yazılı bir kural olmadığını söylediler. Biz de müşterilerden olaylara tanıklığını anlatan bir kağıt imzalamalarını istedik. 4 müşteri, olayı özetleyen kağıdı imzaladı. Akyol çiftinin avukatı Naki Demirçivi de Beltur’a suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi: ”İşleten ve çalışanlar hakkında Türk Ceza Kanunu 122 ve 125 maddelerinden suç duyurusunda bulunacağız. TCK’nın 122 maddesi, kişiler arasındaki din, renk ve benzeri ayrıştırmalar yapmak suçunu düzenliyor. 6 aydan 1 yıla kadar hapis isteniyor. TCK 125. de kişilere hakaret suçunu düzenliyor. Cezası 3 aydan 2 yıla kadar hapis cezasını düzenliyor. Tazminat davasını da ceza davasından sonra açacağız.”




*******


Dün Vatan gazetesinin ortaya çıkardığı sizlerle de olduğu gibi paylaştığım bu haber

Herkes gibi beni de şoka uğrattı.

Hatta bütün sinir sistemimi yerinden oynattı.

Evin içinde dört döndüm. Neredeyse sinirimden ağlayacaktım…


Yıldız Parkı içindeki tarihi mekân Çadır Köşkü Restoran Cafe Bar ‘da yaşanan bu olay akıl alması güç bir durum…

10 yıllık evli birde 3 yaşında bir evlada sahip karı kocaya birbirlerine sarıldı diye servis yapılmıyor.

Bir de utanmadan “Burası aile yeri” deniliyor.

13 Şubat 2008’de yaptığı olağan meclis grup toplantısında Başbakan;

“Hanginizin yaşam biçimi değişti? Artık demode tartışma konularını tedavülden kaldıralım. Artık enerjimizi üretime, kalkınmaya harcayalım. Bugüne kadar ne oldu? 5 yıl içerisinde, AKP iktidarında ne oldu? Ama sizin anlayışınız farklı. İstanbul’a belediye başkanı olduğumda da bunlar aynı oyunu, senaryoyu oynadılar. 4.5 yıl belediye başkanlığı yaptım ne oldu? Hangi yaşam şekliniz değişti? Şimdi yine AKP belediyesi var. Hangi yaşam şekliniz değişti?” demişti.

Yukarıdaki sözleri kim sarf ediyor Başbakan.

Ne diyor bu Başbakan “Şimdi yine AKP belediyesi var. Hangi yaşam şekliniz değişti?”

Peki, Dünkü olay ne?

Karı Koca arasına girmek onların nasıl davranılacağına karışmak ne?

Bu yaşam biçimini değiştirmek değil de

Ne peki?

Hangi cüretle, hangi vasıfla bir kocanın karısına nasıl davranacağına karışılıyor?


Bugün ‘sarıldı’ diye karışan bu zihniyet,

Yarın bayanlarımız kocasıyla yan yana yürüyor diye karışır…

Erkeklerimiz eşlerine ya hatun(katun) ya da hanım diye hitab eder.


İki kelimede imparatoriçe demektir.

“Cengiz Han bir gün kendisine tabii hanları toplar. Cengiz Han tahtta oturur. Yanında bir taht daha vardır onda da eşi oturmaktadır. Önündeki hanlara dönerek; “Sizler halkınızın hanısınız, bende sizin hanınızım, bu da benim hanım”
diyerek eşini gösterir.

Bu özelliklerin hangisi hangi millette vardır?

Hangi millet bizim kadar kadınını önemser?

Peki, hangi zihniyet bizim için bu kadar önemli, bu kadar kutsal kadınımıza nasıl davranabileceğimize karışıyor?

Ve bu gücü nereden alıyor?


İngiliz The Economist dergisi, son sayısındaki başyazısında, AKP hakkındaki kapatma davasını değerlendirirken;

“Türkiye, sadece demokrasinin ‘laiklikten’ daha önemli olduğunu göstererek gerçekten modern bir Avrupa ülkesi haline gelebilir” görüşünü dile getirirken;

Herhalde Laikliğin olmadığı yerde Teokratik rejimin getirebileceğini görmüyorlar ya da görmek istemiyorlar.

Teokratik rejimler de herhalde demokrasinden bahsetmek bir komediden başka bir şey değildir.

Kısacası artık HANımızla bile ilişkilerimize karışılıyor…

Bu olay tek kelimeyle;

Rezalet ve karşı-devrimcilerin şımarıklığı, yüzsüzlüğüdür.


Bilgin Türk

Yazı Hakkındaki Yorumunuzu Bırakın

© Blogger Templates | Tech Blog