Yeni Sitemizde Yayındayız

Politika Dergisi Sayı 15

href="http://www.politikadergisi.com/sites/default/files/PD15.zip">Politika Dergisi Sayı 15'i İndirmek İçin Tıklayın.

 

27 Mayıs 2008 Salı

Politika Dergisi Sayı 4 ve Sayı 5 Hakkında

Politika Dergisi Sayı 4, 1 Haziran 2008 tarihinde yayınlanacaktır. Politika Dergisi'nin bu sayısındaki kesinleşen röportajlar şunlardır: Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Başkanı Süleyman Çelebi, Araştırmacı-Yazar Nihat Genç, Saadet Partisi Kayseri İl Başkanı Haşim Özçelik'tir. Bu mülakatlara yeni eklemeler yapılabilir.

Politika Dergisi Ekibi 1 Haziran'da yayınlayacağı 4. sayısından itibaren bir aylık bir duraksamayla 5. sayısını 1 Temmuz'da yayınlayacaktır. Bu aralığın sebebi Politika Dergisi kodrosunun büyük çoğunluğunun üniversiteli öğrencilerden kurulu olması ve Haziran döneminde yapılacak final sınavlarıdır.

Bu ayrılık süresince değerli okuyucularımızdan bize gösterdikleri desteği devam ettirmelerini diliyor, şahsım ve yazar arkadaşlarım adına tüm okuyucularımıza teşekkür ediyorum.

Politika Dergisi Yürütme Kurulu Başkanı Gökhan DAĞ

gokhan.dag@politikadergisi.com

19 Mayıs 2008 Pazartesi

İdeal ve İman Götürüyoruz

Bugün 19 Mayıs...

Ulusunun kaderiyle kendi kaderini birleştirmiş bir yiğidin, gerçek bir asaletle çıktığı umut yolculuğunun ilk durağına vardığı gündür, bugün.

Bugün elleri kelepçeli, ayakları prangalı bir ulusun en onurlu direnişinin başladığı gündür.

Tarihin gördüğü en kutsal, en haklı savaşın başladığı gündür.

89 yıl önce, zifiri karanlığa boğulmuş bir milletin şafağı söktürdüğü gündür, bugün.

Daha sonra paşa unvanından bile vazgeçecek olan Kemal Paşa, İngilizler Bandırma Vapuru’nu aradığında:
“Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz Anadolu'ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz." demişti.

Evet, bazı aymazlar nereden bilecekler bu bağımsızlık, bu özgürlük aşkını? İngilizler anlamasın da, içimizdekiler anlamayıp nankörlük ediyorlar ya, vay onların hallerine!

Emperyalizmin en saldırgan hamlelerini yaptığı bir esnada bembeyaz bir masumiyet ve kan kırmızı bir irade ile kükreyen Türk Milleti’nin hürriyet aşkıdır bu resim.

Beyler, bayanlar…

Bu savaşı istikrarla, borsayla, döviz kuru ile açıklayamazsınız. Bu, eski bir aşka sadakattir.

Boyunduruk altına girmeyen Türk Milleti’nin tekrar bağımsızlığını hatırlamasıdır. Tabii ki Gazi Paşa’nın bunu ısrarla hatırlatmasıdır.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kendi doğum günü olarak belirttiği bu kutlu günün kıymetini bilelim. Kendi doğumunu ulusunun doğumuyla eş değer tutan büyük önderin ve tüm bağımsızlık savaşçılarının aziz hatıraları önünde saygıyla eğilir, tüm ulusumuzun 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlarım.

Emrah ÖZDEMİR

19 Mayıs Kutlu Olsun

19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun.

Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olarak bilinen Ata'mızın Samsun'a ayak bastığı o tarihi günün, bügün 99 yılını kutluyoruz. Gururluyuz.

Bugünün ayrı bir önemi daha var. Hepimiz biliyoruz ki Mustafa Kemal'e ne zaman doğduğu sorulduğunda, kendisi 19 Mayıs diye cevap vermiştir. Bu sebeple bugün Ata'mızın doğum günüdür. Kendisine bize bu günleri armağan ettiği için minnettarız.

Değerli Mustafa Kemal'in bu ülkeyi gençlere emanet ettiğini bazen unutsak da bunu en azından bugün unutmamalıyız. Çünkü bugünün diğer bir önemi de Gençlik Bayramı olması. Kurtuluş Savaşı'nda yitirdiğimiz gençlerimizi düşündükçe bugünün neden gençlerin bayramı olduğu daha net ortaya çıkıyor.

"Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim." diyen Gazi Mustafa Kemal, ayrıca bugünü spor bayramı da ilan etmiştir. Tüm sporcularımızın bayramını kutlarız.

Özetle, bu ülke için yapmadığı fedakarlık kalmamış olan Mustafa Kemal Atatürk ve onun can yoldaşları olmuş Gençlerimizin bayramını sporcularımızla birlikte kutlar, Türk Halkına bugün de tüm coşkusunu göstermesi çağrısında bulunuruz.

Politika Dergisi

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Ümidimizi Yitiriyoruz: Bize Destek Olun

Politika Dergisi yidi aylık bir süredir yayın hayatına devam ediyor. Kasım 2007 tarihinden e-dergi çıkarılma süreci yani Mart 2008'e kadar dergi şeklinde olmasa bile makaleler yayınladık. Mart 2008'den beridir de e-dergi sürecini sürdürmekteyiz. On beş günde bir çıkan e-dergimizi bu süreçte okuyan okur sayısı ortalama 4000 olmasına rağmen hiçbir sponsor desteği bulamadık. Belki bu bizim beceriksizliğimiz ama elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık.

Üzülerek söylüyorum ki gösterdiğimiz tüm çabalara rağmen, birçok girimimize cevap dahi alamadık; ama yine de ülkemiz adına bir şeyleri gerçekleştirmeye çalıştık.

Bize destek olun şeklindeki yalvarmalarımızın sonuç vermemesi üzerine sponsor bulma konusundaki ümidimizi yitirmeye başladık.

Gençlerin, Atatürk'ün vasiyetine uygun hareket etmeye çalışan gençlerin desteklenmediğini görünce artık bazı şeyleri açıklamak gerektiği varsaydık. Her fırsatta "gençlere çok iş düşüyor; ama gençlerde hayır yok" diyenlere şu şekilde sesleniyoruz: "Biz buradayız; ama siz neredesiniz?"

Politika Dergisi'nin mülakatlara ses kayıt cihazı olmadan gitmek zorunda olduğunu size belirtmek isteriz. Fotoğraf makinemiz de yok. Mülakatlarda nezaketen hediye alabilecek paramızda. Bu eksikliklerin çoğunu ya kendi imkanlarımızdan ya da dostlardan gideriyoruz. Dostlarımızın bu eksikleri her istediğimizde vereceklerini bildiğimiz halde artık bu durumdan çekiniyoruz.

Yineliyorum: "biz bu ülke için çalışıyoruz. Bize lütfen destek verin. Bizde bazı şeyleri sattı diye bazıları gibi hain etiketi yemek istemiyoruz."

Politika Dergisi Yürütme Kurulu Başkanı Gökhan DAĞ




16 Mayıs 2008 Cuma

Domuzlar Çirkefsiz Yaşayamaz I

Hakikaten de öyledir; domuzlar çirkef olmazsa yaşayamazlar. İlle de o çirkef içinde cirilenecekler, dışkılarının üstünde yatacaklar, oynayacaklar... Pislik içinde olmazlar ise rahat edemez bu hayvanlar! Biliyorsunuz ki güney komşumuzda Rumlar pek düşkündürler Domuzcuk beslemeye ve dönüp de o domuzu yemeye... Sorsanız domuz eti nasıl? Gelecek cevap “şeker gibi”dir.. Öyle ya KKTC’de nerede ise bir domuz çiftliği kurmadığımız kaldı. Artık restoranlarımızda bile domuz eti diğer menüler arasına girdi bile...Ne de olsa işimiz gücümüz Rum “kardeşlerimizi” memnun etmek(!).

Hazır konumuz domuz eti ve ona düşkün olan Rumlardan açılmışken, Rumları kardeş olarak gören iktidar güçlerine de değinmeden duramayacağım. Bazı milletvekillerimiz ne yapmakta? Avrupa Birliği denilen emperyalist sömürü düzenini büyük bir “diyar” olarak tanımlama çabasında. Tabi sadece bunlar değil elbet!

Bazı “aydın ve siyasetçiler” de devamla “AB” adını kullanarak “demokrasi, refah, adalet” gibi terimleri dillerine dolamışlar güneyin de AB kervanında olmasından ötürü(!) onların “eğitim, sağlık, sistem, çevre” konularında bizlerden “üstün” olduklarını gösterme gayretinde harıl harıl çalışıyorlar. Bu kesimcikler öyle bir çalışıyorlar ki Kıbrıs Türkünün kendi Devletini benimsemesinin karşısında durarak bu durumun “kötü” sonuçlar doğuracağını, Kıbrıs Türkünün “asimile olup yok olacağını” iddia edecek kadar gözleri bürünmüş bir şekilde insanlarımıza bir “korku” vermeyi kendilerine misyon belirlemişler! Şüphesiz ki bu misyonları bağlantıda oldukları batılı müttefikleri tarafından yazılmış onlar da senaryonun oyuncuları olarak görevlerini yerine getirmekte oldukları gözlemlenmektedir.

Bir tarafta AB telalığı yapan iktidar güçleri ve örgütleri ülkemizde gerçekleştirdikleri zam furyası ile yarattıkları dengesizliği görmezden gelerek, bir şekilde insanlarımızın ülkemizdeki hayat pahalılığından ötürü kendilerini Rum tarafına atıp alış veriş yapmalarına çanak tutuyorlar! Ne de olsa bunun önlemini almayı düşünen bir iktidar zihniyeti yok! Hal böyle olunca güneye kaydırılmak istenen ekonomimizin önüne geçilemiyor. Bilakis vatandaşlarımıza her alanda vergi zam furyası dayatılıyor, insanlarımızın boğazından nice ekmek kesilip Rumlara tazminat veriliyor! Peki buna itiraz eden var mı? İtiraz eden kesimler var tabi ama bir iktidar yok!

Semliye Camii’de Cenaze namazı kılmak “HARAM”mı? !

Bazı siyasi partiler ki bunların başında TDP geliyor, eline bir davul almış çala çala gürültü çıkarıyor ve haykırıyor; Neymiş efendim ülkemizde camiler inşa ediliyormuş! Acaba TDP’liler ezan sesini duymayan ne kadar köyümüz vardı haberdarlar mı? Rum kardeşleri ülkemizdeki kiliseleri izinsiz inşa ederlerken onlara ses yok ama bu adada Türklük mührünün en önemli göstergelerinden biri olan dini değerlerimizin göstergesi olan cami inşaatları için yaygaralar çıkarıyorlar!

Öte yandan, Ülkemizde misyonerlik faaliyetlerini tam hızla yürütülmesine ses çıkarmayan “şahsiyetler”, elbette KKTC’de cenaze arabalarının Rumlar ve batılılar gibi “siyah” renge dönüştürülmesine de ses çıkarmayı tercih etmezler! Ama cami inşa edilecek olursa en büyük yaygarayı koparırlar! Bilmem farkında mısınız ama tarihte birçok şehit cenazelerinin kalktığı, Lefkoşa’daki ölülerimiz için cenaze namazı kılınan tarihi Semliye Camisi artık turistik ziyaret mekanı... Bir de buraya turist gezdiren bazı rehberler bu tarihi kutsal mekanın geçmişteki “katedral” kimliğini öne çıkararak anlatımlarda bulunmaları doğrusu kime hizmet ettirildiğini sormama mani olamayacaktır! Tüm bunların yanında Karpaz’da kullanılmayan kiliselerin gelen Rumlar tarafından tadil edilerek içlerinin resim, oturak yerleri ve mumlar ile doldurulmalarına ses çıkaran siyasi irademiz de yok! Ama gel görün ki güneyde kapalı atıl olan camilerimiz üzerine vurulu kilitleri açarak orayı ibadet haline getirmeye çalışacak bir girişimimiz olsun, Rumların gösterecekleri tepkiyi görmesi için hodri meydan diyorum!

Bir de Anavatan aleyhtarı siyasi çizgileri ile zavallı siyasi kimlik sahibi olan kişiler ve örgütler “Ankara elini eteğini üzerimizden çeksin” diyorlar! Nedense bu misyonu kendine üstlenenler de kendi lakaplarını biçmişler ve “biz barış mücadelesi veriyoruz” diyorlar! E hal böyle olunca Rumlar ile ayni dili kullanmaktan geri durmuyorlar. Ne de olsa onlara batılı “müttefiklerinden” gelen fonların özünde yatan siyasi ders öğretileri böyle olsa gerek! Neyse biz yine de atalarımızın ünlü sözü ile onlara gönderme yapalım; “Efendiler, cami duvarına işenmez!”...

Milli Varoluş Konseyi’nden rahatsızlık!

Öyle görünüyor ki Milli Varouş Konseyi’nin kurulması adadaki AB çıkarlarına hizmet ederek onların kültür ve propagandalarını savunarak topluma zehirli iğnelerini enjekte etmek isteyenlerin pek de işine gelmedi. Tabi bu durum emperyalistlerin vatanımızdaki seçme “gözbebeklerinin” ortaya attıkları “çözüm” sloganı ve propagandalarına ters düşen herkesin kuracağı oluşumlar için geçerli. Bu aydın geçinen köşe yazarları ne diyorlar; Milli Varoluş Konseyi, Kıbrıs Türk Platformu, Ulusal Halk Hareketi, Ulusal Direniş Konseyi gibi oluşumlar “çözüm karşıtı oluşumlar” imiş! Ama AB’nin verdiği rüşşşşvettttt “pardon” onların deyimi ile “yardım fonları” kapsamında gerçekleştirilen “Kıbrıslılık kimliği” çalışmaları “hak”imiş! Ha bir de hak olan tanımlama şu; şayet bireysel yada sivil toplum örgütü veya parti olarak “birleşik Kıbrıs, Anavatan ve Türk askeri aleyhtarı” tutum, demeç ve eylemler için organizasyon düşünülüyorsa yolunuz “hak” yolu! O zaman dünya ile ayni dili konuşuyormuşsunuz! Ne de olsa, Batılı ve Rum “dostlarınız” sizin “Arkanızda”!

Bu beyinciklere sahip olanlar Kıbrıs Türkünün kendi öz tarihinde yaşananları bilmesine gerek olmadığına inanarak geçmişi; “geride kalanlar” olarak nitelendirmeye devam ederek halen “çözüm” naraları atıyorlar ve AB’ni Kıbrıs Türkünün yanında gibi göstermeye çalışıyorlar! Dünyanın “küreselleşme” adı altında bütünleştiğini iddia edecek kadar da ileri gidiyorlar!. Öyle ya AB “adaletlerin, zenginliklerin, refahın diyarı” imiş! Bunun için de halen utanmadan Annan planına “evet” diyen Kıbrıs Türklerine hiçbir hak vermeyen AB’ni ve birleşik Kıbrıs propagandalarını sürdürmekten geri durmuyorlar! Ne de olsa onlar için söz vermek, umut pompalamak kolay!


Milli Varoluş Konseyi’nden rahatsızlık!(II)

Bugün, Kıbrıs Türkünü “AB diyarına” ulaştırmak için şartlar konuluyor! Buradaki sözcüler de bunun seslendirmesini yapıyorlar! Kıbrıs Türkünden istenilen nedir? Önce “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni kendi yasal idaresi olarak görmesi, KKTC’den vazgeçmesi, bunun için de okullarda tarih kitaplarını değiştirerek birleşik Kıbrıs’a yeni neslin hazırlaması! Yani ENOSİS’İn yeni adı OZMOSİS! Peki ne oldu? iktidar önce Tarih kitaplarını değiştirtti, ekonomi, eğitim, sağlık alanında tedbirler almayarak güneye kaydırılması aşamasına sektörümüzü getirdi! Öte yandan da Ana Vatan ile olan bağlarının göz ardı edilerek, Kıbrıs Türklerinin öz Türk kimlikleri bilincinin yok edilmesi ve halkımızın kendisini Kıbrıs adasının “yerli kabileleri” gibi görerek “Kıbrıslılığı” benimsemesi istendi(!)...Buna çanak tutanlar da o ünlü “barış” naracılığını yapan parti ve örgütler oldu! Onlara biz milliyetçiler şu dizeler ile ses vermek istiyoruz; Kıbrıs’ın dağlarında kol gezer Mücahitler, Kurtuluş savaşında türkü söyler Kahramanlar! Türkün tarihinde boyun eğmek yoktur, bundan sonra da olmayacaktır! Toprak bizim, deniz bizim, güneş bizim, gök bizim, insan bizim, emek bizim, hak bizim! Bugün ister Milli Varoluş Konseyi ister başka bir Kırmızı çizgisi KKTC olan oluşumlar olsun, hiç de küçümsenmemelidir! Zira geçmişten gelen şanlı bir mücadelenin kahramanlarını barındırdığı Kıbrıs adasında Türklerin asla Rumun emellerine çanak tutanlara müsaade etmeyeceğini bilmeleri gerekmektedir. Enosis sosiscileri unutmasınlar ki tarihlere şeref salan gök bizimdir! Ne AB ne ABD ne Rum ne Yunan ne de Emperyalizim sömürüsüne boyun eğmeyeceğiz! Uşak hiç olmayacağız! Kıbrıs bizim canımız, namusumuz! Bayrağımız kanımız! Yaşasak da ölsek de KKTC bizim vatanımız! Onu ilelebet yaşatmak da ANDIMIZ’dır!

Özlü Görüşmeler Başlamasını İple Çekenler!

Şimdi yeni bir görüşmeler süreci baş gösterecek. KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat inişli çıkışlı söylemleri ile bir nala bir mıha siyasetini iyi benimsemiş. Hristofyas ne diyor? Kıbrıs konusunda müspet gelişmeler sağlanmazsa, görüşmeler başlamaz! Nedir bu müspet gelişmeler? Türkiye Cumhuriyeti’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak Rumları tanıması, adadan Türk askerinin sayısının azaltılması öncelikli konular arasında. Ama bunu arkasında daha pek çok talepler var. peki Talat ne diyor? Özlü görüşmeler başlaması halinde umutluyum! Ne de olsa dış güçler 2009 Mart ayında bir referandum tasarladıkları dikkate alındığında, ilerleyen sürecin oldukça hayati geçeceğini gözler önüne seriyor! Ayni zamanda Talat’ın Hristofyas’ın açık açık ifade ettiği müspet gelişmelere rağmen umutlu olması da oldukça düşündürücü değimlidir?

Bilindiği üzere içerisinde bulunduğumuz bu süreç AB ve dış unsurlar için son süreçtir! Şayet hedefledikleri birleşik Kıbrıs’ı bu iktidar döneminde sağlayamazlar ise artık birleşik Kıbrıs tamamen bir hayal olacak ve ada TAKSİM’e gidecektir! Yani KKTC Tanınacaktır! İşte bu noktada tüm Kıbrıs Türkünün yıllarca KKTC’ye dört bir elle sarılmasının meyvesi alınmış olacaktır! Bu sonucu almamamız için dış unsurların dört bir koldan saldırıya geçecekleri aşikardır. Bu sinsi tezgahlarını ilerleyen süreçte kaleme alacağım.

KTOEÖS raydan çıktı!

Bir diğer önemli konu olan KTOEÖS’ün pozisyonudur! Her sınav zamanı sendikacı öğretmenlerin tertip ettikleri grevler hem öğrencilerimiz hem de velileri için bir ızdırap haline gelmektedir! Her ne kadar, öğrencilerimiz perişan bir vaziyette öğretmenlerinin grevlerinin sona ermesini ve sınav zamanı öncesinde bir şeyler öğrenme peşinde öğretmenlerini bekliyorlar ise de , bu grevleri gerçekleştiren bazı öğretmenler için öğrencilerin yaşadıkları bu stresli ortam pek de önemli olmadığı görülmektedir. Zira onların çocuklarının Devlet okullarında düzenledikleri grevler ile perişan olma durumları yok. Hepsinin de hemen hemen evlatları özel kolejlerde eğitimde! Geride kalan memur ve işçi çocuklarının Devlet okullarındaki çileli vaziyetleri kimin umurunda değil mi? Hele hele de Rum tarafındaki özel kolejler 2’den 6’ya yükselerek Kıbrıs Türk öğrencilerimiz güneye eğitime mecbur bırakılmaları da birlerinin pek umurunda değil! Sendikacılık adı altında kendi öğretmenlik misyonundan uzaklaşarak işi siyasete dökenlerin diğer öğretmenlerimizi toplum önünde karalamaya hiç hakları yoktur! Ne diyelim bindikleri trenin sonunda acaba neler olacak...Emperyalist dostlarına pek güvenmeseler yerinde olacaktır...

Emete GÖZÜGÜZELLİ

15 Mayıs 2008 Perşembe

Abdullah Özer Röportajı (Sayı 1)

*(Mülakatı Gerçekleştirenler: Deniz Bilen, Gökhan Dağ, Emrah Özdemir)

Abdullah ÖZER kimdir?

Abdullah ÖZER, 1950 Balıkesir doğumlu Cumhuriyet Halk Partisi Bursa Milletvekili’dir. Kendisi Kıbrıs Gazisi ve bir ekonomisttir. Ayrıca milletvekilliğinden önce CHP’nin Bursa İl Başkanlığı görevini de yapmıştır.
Abdullah ÖZER’le uzmanlık alanı olan ekonomi üzerinden konuştuğumuz gibi Türkiye’deki gündem yoğunluğundan dolayı birçok konu üzerine de konuşma şansımız oldu. Bu gündem yoğunluğu, mülakatımızın planladığımızdan daha uzun sürmesine neden oldu. Sayın Özer, söyleşimizde klasik açıklamalar dışında gündem yaratacak birçok konuya değindi ve dikkat çekici açıklamalarda bulundu.



İşte ilk sayımız için yaptığımız Abdullah ÖZER mülakatı:



Politika Dergisi (PD): Sayın vekilim, KİT komisyonu üyesiniz. Buradan giriş yaparsak, KİT’ler ve özelleştirme konusunda partinizin ve sizin tutumunuz nedir? Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?



Abdullah ÖZER: Öncelikle şunu belirteyim; biz özelleştirmelere karşı değiliz. Ancak stratejik kurumların satılmasına tamamen karşıyız. ABD’de bir petrol şirketi satılacak oldu, herkes ayağa kalktı. Keza, Türk Telekom gibi bir kurumun satılmasına da karşıyız. Avrupa’daki devlete ait telekomünikasyon şirketlerinin satılmasına bakınız. Yüzde 50’sinden fazlasını satan yok! Fazlasını satan da bizim gibi blok satış yapmıyor.
Gelelim Tekel’e… İnanın yürekler acısı!.. Hükümetin Tekel’e dört yıldan beri uyguladığı politika yüzünden, Tekel’in sigara piyasasındaki payı yüzde 70’den yüzde 30lara geriledi. Sırf ucuz fiyata özelleştirilsin diye… Çıkarılan kararnameler var: Yerli tütünden imal edilen yerli sigaralara Özel Tüketim Vergisi konmuş, yabancılara bu vergi konmamış; yabancılara imtiyaz tanınmış. İşte, CHP olarak biz bu tip özelleştirmelere karşıyız. Bunları kamuoyuna mümkün olduğunca duyurmaya çalışıyoruz.



PD: Peki, dış ticaret açığı hakkında ne düşünüyorsunuz?



Abdullah ÖZER: Dış ticaret açığı geçen yıl(2007) 68 milyar dolar civarında gerçekleşti. Bu yıl 80 milyar dolar civarında olacak gibi görünüyor. 38 milyar dolar cari açık vardı. Bu, Türkiye’nin her yıl 38 milyar dolar borçlanması demektir. Yani, bu açığı kapatmak için borçlanmak mecburiyetindeyiz. Bu, izlenen politikaların neticesidir. Türkiye’de üretime değil, faiz ve tüketime dayalı bir politika yürütüldüğü için bu tip açıklarla karşı karşıya kaldık. Düşük döviz kuru, ithalatın patlamasına neden oldu. İthalatın artması da dış ticaret açığını fazlalaştırdı. Türkiye kurtuluşu için mutlaka üretmeli. Üretip, dışarıya mal satması gerekiyor. En azından dış ticareti dengelemeliyiz. Yani ithalat ile ihracatı eşit hale getirmeliyiz. Hatta ihracatı fazlalaştırırsak artı değere geçeriz. Türkiye’de bunun gerçekleşebilmesi için hiçbir politika üretilmiyor.
Bizim seçim propagandamızda yer almıştı: Sektör bazında sanayiye destek verilmeli. Önemli sektörleri seçip, o sektörlere hükümet desteği verip sektörleri dünyada söz sahibi hale getirmeliyiz. Seçilen sektörlerin ihracatını teşvik etmeliyiz. Ancak maalesef ülkemizde bu doğrultuda bir politika izlenmiyor. Sanayide ihracat yapan firmalar ya kapanıyor, ya yabancıların eline geçiyor. Neden? Çünkü üretim maliyetleri yüksek. Bugün Avrupa’da sanayiye konutların yarı fiyatına elektrik verilirken, bizde eşit fiyatla elektrik veriliyor. Doğalgazda da aynı durum söz konusu… Bütün bunlar bizim dışarıyla rekabet etmemizi önlüyor.


PD: Peki, üretim yapılamıyor dediniz. Bu, sıkıntılara neden olmaz mı? İstihdam gibi…

Abdullah ÖZER: Zaten mesele o… Kalkınma hızı 2004 yılında yüzde 9,9’du, 2005 yılında yüzde 7,2’ye düştü. 2006 yılında yüzde 6’ya düştü. 2007 yılı sonu itibariyle de yüzde 3,8’e düştü. Özellikle 2007’nin son çeyreğinde yüzde 1,8’e düştü. Bu demektir ki; izlenen ekonomik politikalar Türkiye’nin kalkınmasını sağlamıyor. Kalkınma hızı periyodik bir şekilde “sıfır” a doğru geliyor.
Kalkınma hızının düşmesi demek, işsizlik demektir. Nitekim hükümet rakamları çarpıtarak vermesine rağmen, son rakamlar (yüzde 9,9) işsizliğin arttığını gösteriyor. Gerçek işsizlik oranı Türkiye’de yüzde 20’dir.
İşsizliği önlemek için de mutlaka üretim!.. Üretimin dışında hiçbir şey Türkiye’nin kurtarılmasını sağlamaz. Yeraltı kaynaklarımızı iyi kullanmamız gerekiyor. Onu da yabancılara peşkeş çekiyoruz. Yani, böyle devam ederse bu işin sonu çok kötü… Zaten dünyada bir ekonomik kriz yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Amerika’daki mortgage krizinin etkileri buraya doğru gelmeye başladı. Avrupa ve Amerikan finans dünyasında bu krizin etkisi şu an 500 milyar dolar. Bundan Türkiye de mutlaka etkilenecektir. Umarız az etkilenir ama bu ekonomik politikayla Avrupa devletlerinden çok daha fazla etkileniriz. Çünkü üretimimiz yok. Onların üretimi var, onları ayakta tutacak başka imkanları var, bizde o da yok.



PD: Sizce kalkınmak için destek verilmesi gereken sektörler hangileri?



Abdullah ÖZER: Öncelikle tekstil sektöründe devlet desteği gerekiyor. Tekstil, iş-emek yoğun bir sektördür. Avrupa tekstili tamamen bıraktı. Biz istersek Avrupa’yı geçebiliriz. Mesela İtalya tasarım konusunda çok ileri bir ülkedir. İtalya’dan tasarımcı getirerek yeni ürünler tasarlayıp piyasaya açılırsak tekstilde ilerleyebiliriz. Bunun için AR-GE çalıştırmalarının ileri düzeyde olması gerekiyor. Takip ediyorsanız, AR-GE Kanunu TBMM’den yeni geçti. Daha uygulanmaya sokulmadı bile… Araştırma-geliştirmeye kaynak ayırmadığımız sürece, biz hiçbir sektörde başarılı olamayız. Mutlaka devlet desteği gerekli. Bilhassa tekstilde… Yeni tasarlanan ürünlerle dünyada söz sahibi olabiliriz. Bir zamanlar biz Güney Kore modeli demiştik, herkes gülüp karşı çıkmıştı. Güney Kore belli sektörlerde ihtisaslaşmış durumda. Birçok sektörde Güney Kore dünyada egemen durumda. Şu anda dış ticareti muazzam ölçüde fazla veriyor. Güney Kore kendini kurtarmış durumdadır. Ekonomisi en sağlam ülkelerden birisi oldu.

PD: Peki, bu politika tarımla da bütünleştirilmeli mi?



Abdullah ÖZER: Zaten tekstil sektörü büyük ölçüde tarıma dayanıyor. Yün için hayvancılığın gelişmesi gerekir. Pamuklu ürünler için pamuk yetiştirilmesine destek verilmeli. Bu iki önemli konuda tarımla iç içe…
Bunların dışında tarımla ilgili daha önemli şeyler yapılabilir. Mesela dünyada bio-dizele büyük ağırlık veriliyor. Birçok ülkede pancardan bio-dizel üretiliyor. Biz de pancar üretimini kısıtladık. Neden? Sadece şeker üretiyoruz. Ayrıca yabancılar şeker, nişasta satsın diye bizim çiftçimizin ürettiği pancara kota koyduk. Öyle çarpık politikalar izleniyor ki; tamamen Türkiye’nin tarımı aleyhine, üretimi aleyhine… Neden? Avrupa Birliği ve başka güçler bu şekilde dikte ediyor. Bunu böyle yapacaksın, şunu şu şekilde yapacaksın diye…


PD: Avrupa’dan söz açılmışken AB’ye girdiğimizde sanayimiz gelişecek mi, onların tarım ülkesi mi olacağız?



Abdullah ÖZER: Önce ben şunu ortaya koymak istiyorum: AB’ye biz girer miyiz, giremez miyiz? Bizi kesinlikle Avrupa Birliği’ne almayacaklar. Dünyada bilhassa SSCB’nin yıkılmasından sonra sol ve sağ ideolojiler geri planda kaldı. Şimdi bütün dünyada dine dayalı bir ideoloji ön plana çıkarılmaya çalışılıyor. Türkiye’de yapılan da bu, Avrupa’da yapılan da bu… Adamlar açıkça “Avrupa Birliği Hıristiyan Birliği’dir” diyorlar. Yeni oluşumlar peşindeler. Almanya ve Fransa kafa kafaya verdi, sizi Akdeniz Birliği’ne alalım diyorlar. Akdeniz Birliği’nin amacı ne? Ne yapacak? Ortada hiçbir şey yok. Bize böyle bir şey diyorlar. Dediğim gibi, dünyada genel olarak sağ ve sol geri planda kalmaya başladı. Mutlaka sol ve sağ ön plana çıkarılmalı. Eğer dine dayalı ideolojiyi ön plana çıkarmaya çalışanlar başarılı olursa, dünyada din savaşları olur. Bu çok tehlikeli bir gidiş…
Avrupa Birliği bize demokratikleşme adına her şeyi yaptırıyor. Örneğin 301. madde… Bugün birçok AB üyesi ülkede 301’e benzer yasalar var. Ama onlar sen kaldıracaksın diyor. Çünkü Türkiye’de etnisiteye, dine-mezhebe dayalı bir ayrışmacılığı yerleştirmek istiyorlar. 301’i engel olarak görüyorlar. Sen önce kendi ülkende kaldır, sonra bana dayat! Hep böyle ikiyüzlü davranıyorlar. AKP’ye dediğimiz gibi takıyye yapıyorlar, açıkçası. Kendileri için istediklerini bizim için istemiyorlar. Bu konuda çok dikkatli olmamız gerekiyor.
Avrupa Birliği’nde daha neler oluyor? 17 Aralık 2004’de Brüksel’de imzalanan protokolde ne maddeler var, akıllara zarar! Türkiye’nin bağımsızlığını, ulusal bütünlüğünü ayaklar altına alan maddeler var. Mesela maddenin birisinde diyor ki; “Fırat ve Dicle havzası AB tarafından tayin edilen bir komisyon tarafından yönetilir.” Başbakan da bunun altına imza atıyor! Bunun dışında ilerleme raporlarında bir sürü Türkiye aleyhine ifadeler kullanıldı. Onun için Türkiye çok dikkatli olmak zorunda, AB konusunda da.


PD: Dini ideolojilerin ön plana çıktığını söylediniz. Türkiye’de de dini ideolojiler yükselişte olmalı ki; laiklik tehlike altında deniyor. Bu bağlamda Yargıtay Başsavcısı’nın açtığı kapatma davası var. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Abdullah ÖZER: Dava yargı aşamasında olduğu için bu konuda çok fazla yorum yapmak istemiyorum. Sadece şunu söyleyebilirim; Türkiye’de tek başına iktidara gelen bir partinin bu duruma düşmesi, kapatılma davası açılması çok vahim. Demek ki; söylemlerinde, uygulamalarında anayasal düzeni değiştirmeye yönelik bir takım şeyler var. Kafaların arkasında zaman zaman bunu ortaya koydukları düşünceler var demektir. Dava durup dururken açılmıyor. Mutlaka süreç takip ediliyor. Ne demişler, ne yapmışlar ona göre dosyalar hazırlanıyor. Süreci bekleyeceğiz.
Şunu da ekleyeyim: Demokrasilerde halk her zaman doğru karar vermez. Bunu bir yere yazın! Avusturya’da aşırı milliyetçi bir parti iktidar oldu. Avrupa ayağa kalktı, bu partinin iktidar olmasını engellediler. Neden? Avrupa ve Avusturya’nın menfaatleri ön plana çıktı. Bu, Avusturya halkı doğru kararı vermedi demektir. Türkiye’de de aynı şey var. Seçim sonuçlarını irdelediğimiz zaman, neden böyle olduğunu çok güzel ortaya çıkarabiliriz.
Seçim uzun bir mevzu… Birçok etken var. Birincisi, en önemlisi para… Seçimde kullandıkları para 20 milyar dolar. O parayla her şeyi satın aldılar. Hukuku bile satın aldılar. Bursa’da yaşadık bazı olumsuzlukları. Müracaat etmemize rağmen, hukuk harekete geçmedi. Para çok önemli bir güç!.. Bu para nerden geldi? Belediyelerde kurdukları büyük bir havuz var. Örneğin ihalelerde 10 liraysa 20 liraya ihaleye çıkardılar. Kalan parayı havuzda biriktirdiler. Yeşil sermayenin katkıları var. Suudi Arabistan’ın katkıları var. Suudi Arabistan’ın yıllardır Türkiye’nin üzerinde emeli var. Türkiye’yi Araplaştırmak… Arap kültürünün etkisi altına almak… İslamiyeti kullanarak Arap emperyalizminin, Arap kültürünün etkisi altına almak... Bütün amaçları bu!.. Bunun için çok para harcadılar, tarihte görülmüştür. İşte böyle bir fırsat geçti ellerine, çok büyük destek sağlıyorlar. Diyetini de ödedik. Kral Türkiye’ye geldi, Cumhurbaşkanı ve Başbakan Kral’ın ayağına gitti. Suudi Bayrağı altında, Kral fotoğrafı önünde poz verdiler. 10 Kasım sürecinde…
Parasal faktör çok önemli. Muhtarlar aracılığı ile seçmen listeleriyle oynadılar. Daha önce anketlerde “kesinlikle AK Parti’ye oy vermeyi düşünmüyorum diyen seçmenler üzerinde oyun oynadılar. Listeden çıkarttırdılar.

PD: Kirli de olsa, bu bir politika değil mi? Siz buna karşılık bir şey yapmadınız mı?


Abdullah ÖZER: Literatürde böyle bir politika yok. Siyasi partiler kanunu var, seçim kanunu var. Bütün siyasi partiler harcadıkları parayı ispat etmek zorunda. Nasıl ispat edeceksin? Mahkemeye başvuruyorsun, kale almıyorlar; savsaklıyorlar. Birçok cumhuriyet başsavcısı tarikatın adamı… Böyle olursa, nasıl hukuka güvenirsin? Kanun, Seçim Kurulunun tespit ettiği billboardları siyasi partiler eşit olarak kullanır diyor. Kurulun tespit etmediği billboardları da siyasi partiler para gücünü kullanarak kullanamazlar, deniyor. Bütün tespit edilmiş veya edilmemiş billboardlar AKP afişleriyle kapladılar. İtiraz ettik, ses çıkmadı. Bir kez daha itiraz ettik, yine ses-seda çıkmadı. Sonunda telefon ettik kurula... Nedir bu diye… Biz itirazınızı Başsavcılığa gönderiyoruz, onlar harekete geçmiyor, dediler. Çok güç şartlar altında seçim geçirdik. Para gücü yok, elde edecek gücün yok. Hukuk da onların ellerinde… Tayinlerle köşe başlarını ele geçirdiler. Tarikatları kullandılar. Ben tarikatları kullanamam ki… Benim ilkelerim var. Ben onları kullansaydım 50 kere iktidar olurdum. Benim Atatürk’ten beri uyguladığım ilkelerim var. Para hortumlayamam ben. Sadece İSKİ olayı... Nurettin Sözen zamanında yaşanan İSKİ skandalı… O da partiyle alakalı değildi. Onu yapan bürokrattı. Günlerce, aylarca manşetlerde kaldı bu olay. Mahkeme 1999’da sonuçlandı ve CHP 1999 seçimlerinde baraj altında kaldı. Bugün belediyelerde binlerce İSKİ olayı var. Ama basın görevini yapmıyor, üzerine gitmiyor. Basın çok büyük bir güç haline geldi. Basın, şu an Türkiye’de yabancıların güdümü altında. Yabancı toplum mühendisleri var. Onlar basını yönetiyorlar. Yazılı veya görsel…


PD: Peki bu çark nasıl kırılacak, bizim sormak istediğimiz bu…

Abdullah ÖZER: Biz gittiğimiz her yerde anlatıyoruz. Onlara da bunları herkese anlatın diyoruz. Herkes Türkiye’nin gerçeklerini iş ortamında, arkadaş ortamında, aile ortamında anlatacak. Başka çaremiz var mı? Söyleyin, yapalım. Yok! Maalesef durum böyle. Ayrıca etnik kökeni çok iyi kullandılar. Türkiye’deki Kürt olgusunu o kadar iyi kullandılar ki… Dört buçuk yıllık iktidarları döneminde PKK ile ilgili hiç ciddi önlem almadılar. Dikkat edin, sürece. Hiçbir mücadeleleri yok. Irak’taki PKK yuvaları ile ilgili Irak hükümetine hiçbir baskıları yok. Ne yaptı daha önceki hükümetler? Biliyorsunuz, PKK kampları Suriye’de Beka Vadisi’ndeydi. Abdullah Öcalan da Suriye’deydi. O zamanki hükümet kararlı tutum sergiledi. Suriye sınırına asker yığıldı. Kampları boşaltıp, Öcalan’ı sınır dışına edeceksin, dediler. Ne oldu? Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek Türkiye’ye gelmişti. Mübarek, yolunu çevirip Suriye’ye gitti ve Türkiye çok kararlı, gereğini yap dedi. Onlar da kamplarını dışarı çıkarıp, Abdullah Öcalan’ı dışarı attılar. Bu kararlı politika sayesinde terör sıfıra indi.
Meclis’te bütçe görüşmeleri bittiğinde Cemil Çiçek konuşma yaptı. Aynen şunu söyledi: “Güneydoğu’ya 9 katrilyon para aktarıldı.” 9 katrilyon para ne oldu? Nereye gitti bu para? Güneydoğu’nun kalkınmasına mı gitti? Hayır. GAP’a da 5 kuruş para harcanmadı. Nereye gitti? Aşiretlere gitti. Oradaki tarikat şeyhlerine gitti. Dolaylı yoldan da PKK’ya gitti. Böyle bir ortam içinde seçime gittik. Bakın oradaki sonuçlara, oylar ya AKP’ye gitti ya bağımsızlara gitti. Yani bunu da kendilerine oy olarak döndürmesini bildiler. Ben bunu yapabilir miyim? Ben yapamam. Orada insanlar şehit olurken ben bunu yapamam.
Bu hükümet etnik yapıyı seçimlerde kullanmak için daha önceki hükümetin Suriye’ye yaptığını Irak’a yapmadı. Hatta seçimden 3 ay evvel Genelkurmay Başkanı; karar alın, biz sınır ötesi harekât için hazırız dedi. Hiç açıklama bile yapmadılar. Neden? Sırf oy için, orada Türk askeri şehit olurken ses çıkarılmadı. Seçimden sonra karar alındı. Düne kadar da çok şehit verdik. Neden o zaman karar almadınız? Hatta Başbakan, 70 milyonluk bir ülkede 6-7 şehit vermek normaldir, dedi. Barzani, AKP Türkiye’de yeniden iktidar olmalıdır, dedi. Bu kadar gücün karşısında biz seçimden başarılı çıktık. Yüzde 20 oy, küçümsenecek bir oy değil. Onlar yüzde 47 aldılar ama ne şartlar altında aldıkları belli… Biz seçimde kullandıkları güçleri kullanamayız. Bizim ilkelerimize terstir. Bizim seçim beyannamemizde tarımla ilgili, sanayi ile ilgili, eğitim ile ilgili, Güneydoğu ile ilgili neler yapacağımız açıkladık. Seçim bildirgemizde ne yapacağımız vardı. Bunları halka anlatmamız gerekiyor. Bunun için de medyayı kullanmamız gerekiyor. Medya bize kapalı! O zaman bu işe gönül verenlerin çıkıp, her yerde bunları anlatması gerekiyor. Genel başkanımız Salı günleri TBMM TV’de 1 saat gerçekleri ortaya koyuyor. Onu da kaç kişi izliyor, bilmiyorum. Türk insanının çoğunluğu cahil ve yoksul bırakıldı. Cahil bıraktıkları insanları da istedikleri gibi yönlendirebiliyorlar. Esasında Türkiye için vahim bir durum. Türkiye hak etmediği bir yönetime sahip. Biraz evvel dediğim gibi, demokrasilerde halk doğru kararı vermeyebilir.


PD: Sendikalar iş bırakma eylemi yaptılar, sosyal güvenlik yasa tasarısı ile ilgili. Bu sizin ölçütlerinize göre halkın biraz daha bilinçlenmiş olduğunu gösteriyor mu?

Abdullah ÖZER: Evet, gösteriyor ama seçimlerden önce Cumhuriyet mitingleri de halkın bilinçlendiğini gösteriyordu ama seçimlerde tam tersi bir tablo çizdi. Üçüne de gittim, müthiş bir olay yaşandı. Halkın korkunç bir tepkisi vardı ama sandığa yansımadı.

PD: Ama o zaman e-muhtıra süreci yaşandı. Şu an öyle bir durum yok. Sendikalarla da arası bozuldu AKP’nin… Ne düşünüyorsunuz?



Abdullah ÖZER: Evet, sendikalarla da bozuldu. Ama Ordu’nun Anayasa Mahkemesi’nin kararından önce Cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale etmesi mağduriyet rolünü oynamalarını sağladı. Bu da onlara artı oy olarak döndü. Neticede MHP’nin tavrını yadırgadık biz. Cumhurbaşkanlığı ve türban konusunda AKP’ye açıkça destek verdiler.
Türban konusuna gelelim. Türban diye bir olay yok zaten. Türban bizim milletimize ve İslamiyet’e has bir giysi değil. Ben İslamî olarak bilgiye sahibim. Bakmayın, CHP’liyiz, dinsiz derler bize ama ben o dindarım diyenleri bu konuda yere sererim. Ben İmam-Hatip okumadım ama kendim araştırdım, okudum. Eski yazıyı da bilirim. Ama ben bunu siyasette kullanmam. Çünkü bu benim kişisel alanım. Kuran’da da yok türban. Yabancıların dikte ettiği bir kıyafet. Bilhassa Yahudilerin kıyafetidir.


PD: Sizin demek istediğiniz, aslı olmayan bir simge yüzünden üniversitelerin kargaşaya sürüklendiği mi?



Abdullah ÖZER: Bakın, türban yüzünden üniversitelere giremeyenlerin oranı yüzde 1,5. Yüzde 1,5 için ülkede anayasa değiştiriliyor. Yüzde 20 işsiz var, onlar için hiçbir şey yapılmıyor. Yabancılara her şey peşkeş çekiliyor. Ancak yüzde 1,5 için anayasa değiştiriliyor. Kafalarının arkasındaki düşünceyi açıkça gösteriyorlar.
Şu an Türkiye’de 80 milyar dolar sıcak para var. Bu paranın Türkiye’den elde ettiği kazanca hiç vergi yok. Bir Türk vatandaşı borsaya para yatırdığında anında yüzde 10 kesinti yapılıyor. Ama yabancıya vergi yok. Düşük kur politikası ve faiz yüzünden Türkiye’den her yıl uçurulan para 35 milyar dolar. Üstelik sıfır vergi ile… Türkiye’nin sömürülmesinin en büyük göstergesi. Bundan daha büyük sömürü var mı? Birkaç milyar dolar kredi almak için bizim canımız çıkıyor, 35 milyar doları heba ediyoruz. Ama türbanla uğraşılıyor. Dünyanın en pahalı borçlanan ülkesi biziz. Yüzde 17,1 ortalama borçlanma rakamı… Yunanistan yüzde 4.4 ile, Pakistan yüzde 9,9 ile borçlanıyor, Mısır yüzde 7 ile borçlanıyor. Neden bu kadar yüksek? Yabancıların ekonomiye güveni yok. Aynen yüksek faiz veren bankalar vardı, ona benziyor. Risk alıyorlar, çünkü. Sağlam bir ekonomimiz olmadığı için bize batar ihtimali ile yüksek faizle borç veriyorlar.

PD: Özelleştirme yapılıyor, yabancı sermaye geliyor. Güvenleri yok deniyor ama geliyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz?

Abdullah ÖZER: Öncelikle biz yabancı sermaye karşıtı değiliz ama gelip kazma vursunlar. İstihdam açsınlar. Buna kapımız açık. Gelip hazıra konuyorlar, hazıra konmasınlar. Zora düşen sanayi kuruluşlarımız yabancıya satılıyor. Bu çok kötü bir durum. Düşük döviz politikası da bunların işine geliyor.



PD: Bu yoğunluğunuzda vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz.



Abdullah ÖZER: Gündem çok yoğun, kusura bakmayın. Daha sonra daha ayrıntılı konuşabiliriz. Teşekkür ederim.



(Çıkışta il sekreteri Sayın Ali KÜÇÜKSARI -ki kendisi bu mülakatın yapılması için bize büyük bir destek vermiştir- burada öcü olmadığını söyleyin diyerek, şaka yoluyla insanları partiye çağırıyor.)

BU RÖPORTAJIMIZ POLİTİKA DERGİSİ SAYI 1'DE YER ALMIŞTIR.

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Onur Öymen Röportajı (Sayı 1)

*Röportajı Yapanlar: Gökhan DAĞ, Emrah ÖZDEMİR, Deniz BİLEN



Onur ÖYMEN kimdir?
Onur Başaran ÖYMEN… 1940 yılında İstanbul’da doğan diplomat, politikacı. Başarılı bir kariyere sahip olan Öymen, CHP’den 2002 yılında İstanbul, 2007 yılında da Bursa milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Ayrıca CHP’nin Genel Başkan Yardımcılığı görevini de üstleniyor. Onur Öymen, bilge duruşuyla, Cumhuriyet anlayışını özümsemesi, dış politikadaki engin bilgisi ve diyaloga açık yapısıyla kendi kesimi haricinde birçok kesimin de takdirini kazanmış bir politikacıdır. Geçmişinde büyükelçilik, müsteşarlık gibi önemli görevlerin başında bulunmuştur. Ayrıca Öymen, İngilizce, İspanyolca, Fransızca ve Almanca bilmektedir.
Onur Öymen’le daha önceden anlaştığımız gibi konferanstan sonra mülakatımızı gerçekleştiriyoruz. İşte Onur Öymen mülakatı:
Politika Dergisi Yazarları (PD): İsterseniz güncelden başlayalım, Ergenekon adlı operasyon nedeniyle İlhan Selçuk, Doğu Perinçek ve Kemal Alemdaroğlu’nun tutuklanması gündemde. Bu süreç hakkında ne düşünüyorsunuz?

Onur ÖYMEN: Öncelikle biz, yargıya intikal etmiş konulara yorum getirmek istemiyoruz. Yargıya güveniyoruz, sonunda yargıçların en doğru kararı vereceklerine inanıyoruz.
Yalnız gözaltına alış biçimi diğer Avrupa Birliği ülkelerinde uygulanmayan bir biçimdir. Bunu araştırıyoruz. Savcı “Ben, gözaltına alın diye emir verdim ama sabaha karşı alın demedim” diyor. Savcının basına yansıyan sözleri doğruysa, kim bunun emrini verdi? Kolluk kuvvetleri kime bağlı? Kolluk kuvvetleri kademe kademe hükümete bağlıdır. Hükümetin emrinde olan bir kuruluş böyle bir uygulama yaptıysa ve savcılığın onayı yoksa bunun üzerinde durmak lazım. Bunun üzerine gideceğiz. Bunun dışında davanın içeriği konusunda biz yargıya güveniyoruz.

PD: Gözaltına alınış biçimini Atatürkçüleri yıldırma olarak yorumlayanlar var.


Onur ÖYMEN: İşte, bunu göreceğiz. Hakikaten savcılar mı vermiş talimatı, bunun peşine düşeceğiz. Yıldırma mıdır, sindirme midir? Bunların hepsini göreceğiz.


PD: Avrupa Birliği ülkeleri Orhan Pamuk, Elif Şafak’ın yargılanma sürecinde direkt tepkide bulunurken, neden bu olaylara kayıtsız kalıyor?
Onur ÖYMEN: Tabii, bu da çok ciddi bir sorun. Şimdiye kadar bize demokrasi, insan hakları dersi vermeye çalışan bazı Avrupalı ve Amerikalı çevrelerin kendilerine yakın gördükleri insanlarla ilgili bir uygulama olduğunda tepki gösterdikleri, fakat bunun dışında kalanlar için tepkisiz kaldıkları görülüyor. Bu çifte standarttır. Kendilerine yakın gördükleri, himaye etmek istedikleri insanlarla ilgili en küçük bir gelişme olsa; bir dava açılsa dünyayı ayağa kaldırıyorlar. Onların destekledikleri grupların dışındaki aydınların başına daha kötüsü gelse bile hiç seslerini çıkarmıyorlar. Hatta tutuklananları “aşırı milliyetçi” olarak tanımlıyorlar. Mesela Van Üniversitesi Rektörü Aşkın gözaltına alınıyor, hiç tepki göstermiyorlar. Bu da gösteriyor ki; kendi görüşleri doğrultusunda Türkiye’yi yönlendirmektedirler ve kendi himaye ettikleri insanların menfaatlerini, haklarını korumaktadırlar. Mesela askerler hükümeti rahatsız edici bir demeç verdiklerinde, “asker siyasete karışmasın” deniyor. Asker muhalefeti eleştirdiği zaman hiç tepki yok! Bu neyi gösteriyor? Demek ki, insan hakları ve demokrasi söylemleri işin görüntüsüdür. İşin esası farklıdır; bunlar belli bir görüşü Türkiye’ye kabul ettirebilmek için insan hakları ve demokrasiyi bir vasıta gibi kullanıyorlar.
PD: Avrupa Birliği’nden devam edelim. Sarkozy Türkiye AB’yi bıraksın, Akdeniz Birliği’ne alalım diyor. Bu işin aslı nedir?
Onur ÖYMEN: Sarkozy’nin Türkiye’ye bakış açısı bellidir. Türkiye’yi AB’ye üye olarak görmek istemiyor. Türkiye Asya ülkesidir, yüz milyonluk Müslüman ülkesini AB’ye alamayız, gibi beyanları var. Sarkozy sözü “Türkiye olsa olsa Akdeniz Birliği’ne girebilir” demeye getiriyor. Akdeniz Birliği de Avrupa Birliği’nden farklı bir kuruluş. Ne olacağı bile belli değil! Türkiye’yi böyle yöntemlere avutarak AB amacından saptırmaya çalışıyorlar. Bu son derece açıktır, burada oyuna gelmememiz gerekiyor.
PD: Türkiye bu tür yıldırmalara, avutmalara karşı yola devam mı etmeli, başka bir yol mu izlemeli?
Onur ÖYMEN: Türkiye Avrupalı ülkelerin tutumunu doğru teşhis etmelidir. Şimdiden Avrupa Birliği ülkelerini şahsına ilişkin olarak, resmi pozisyon almaya zorlamalıdır. Türkiye bütün koşulları yerine getirirse siz bizi üye yapacak mısınız, yapmayacak mısınız? Bu sorunun cevabını bugün almak istiyoruz, diyeceğiz. Evet, alacağız; diğerlerinden de farklı muamele yapmayacağız, derlerse tavrımızı başka olur. Ne yaparsanız yapın sizi almayız derlerse tavrımız başka olur!
PD: Almanya’da şu an yükselen bir ırkçılık var. Siz de bu konuyla yakından ilgileniyorsunuz. Bu konudaki gelişmeler nelerdir? Hükümetin izlediği bir politika var mı?
Onur ÖYMEN: Hükümet, bu konuda çok çekingen davranıyor. En son olarak, kundaklama olayında 9 vatandaşımız hayatını kaybetti. Üzerinden 2 ay geçti, hâlâ Alman makamından resmi açıklama yapılmadı. Bu olay nedir, münferit midir, bir açıklama yapılmadı. Buna mukabil Başbakan, olayla ilgili olarak kaza dedi. Başbakanın cenazeye gönderdiği Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, yaptığı konuşmada altı kez “kaza” dedi. Hükümet, Almanların tepkisini çekmemek için böylesine ciddi bir olayı bile ört pas edilmesine aracılık ediyor. Hazin olan bu!
PD: Başbakanımızın eşbaşkanı olduğunu söylediği Büyük Ortadoğu Projesi var. Bu projenin amacı nedir?

Onur ÖYMEN: Amerikan Başkanı Büyük Ortadoğu Projesi’ni açıklarken, bölgeye demokrasi getireceğini ve bu yolla terörizmi önleyeceğini söyledi. Hâlbuki bu yolla demokrasi getirmeye imkân yok! Çünkü bölge ülkelerinin çoğunluğu şeriatla yönetilen ülkeler ve halkı Müslüman olan ülkelerde laiklik yoksa demokrasi de olamaz! Laiklik; kadın-erkek eşitliğini getirir, devlet idaresine günlük olarak gelişme getirir. Amerika’nın projesinde laiklik yok. Görünen, Amerika’nın gerçek amacı bölgeye demokrasi getirmek değildir. Bu bölgede etki alanını genişletmektir. Buna paralel olarak, bu bölge civarında üsler kurmak istiyor. Askeri olarak bu petrol zengini ülkeleri denetlemek istiyor. Bu tablo karşısında, BOP’u sadece bölgeye demokrasi getirmeye amaçlayan, iyi niyetli bir girişim gibi göstermek zordur.

PD: Avrupa Güvenlik Stratejisi (ESS)’nin “kırılgan devlet” tanımı var. Kırılgan devlet; halkının güvenlik, sağlık, kamu yönetimi gibi temel fonksiyonlarını karşılayamayan devleti tanımlıyor. Türkiye de kırılgan devlet statüsünde gösteriliyor. Buna rağmen AB süreci olumlu mu sizce?
Onur ÖYMEN: Bizde kırılgan olan devlet değil, yönetimdir. Türk Devleti, sağlam esaslara dayalı olarak kurulmuştur. 1923’de bağımsızlık ağırlıklı bir çizgide ilerlemiştir. Zamanla yönetim biçiminde bozulmalar olmuştur ve sonunda tam bağımsızlık esaslarına göre kurulan bir devlet, teslimiyetçi bir ülke olmaya doğru yönelmiştir. Sakıncalı olan budur! Şimdi bu ortamda AB üyesi olabilir miyiz? Şimdi, koşulları yerine getirsek bile üye yapmayacaklar. Üye olmak ya da olmamak gibi bir durum yok ki! Avrupa Birliği üyesi olursak ne olur? O zaman, AB’nin karar mekanizmalarına katılırsınız. Onun için isteriz. Sadece kendimiz ile ilgili değil, başka konularda da söz sahibi oluruz. Birçok karar oybirliği ile alınır, nüfusa göre temsil edildiğine göre… Avrupa Birliği’nin avantajı şu; tek tek ABD gibi ülkelere karşı direnç göstermek zor ama AB çatısı altında ortak pozisyon alarak direnebilirsiniz. Ne yapalım, Avrupa’nın kararı bu, denilebiliyor. Ticari savaşlar var, uçak üretimi ile ilgili savaşlar filan var. Avrupa Birliği’ni bir şemsiye gibi kullanabilirsiniz. AB dışında kalan ülkenin böyle bir şansı yok. En küçük bir konuda bile baskı altında kalıyorsunuz. Mesela hükümet, Bursa’da Amerikan tarım firmasının yasalara, planlara aykırı bir yatırımını engellemeyi başaramıyor. Fabrikayı 3 km öteye kur diyemiyorlar. Diyemedikleri için de bu konudaki mahkemelerin aksi yöndeki kararlarını etkisiz kılmak için beş kere yasa çıkarıyorlar. Bu neyi gösteriyor? Dış baskılara karşı dirençsiz olunduğunu gösteriyor. AB üyesi olduğunuz zaman daha dirençli olabilirsiniz. Gerçi, bu hükümetin de dirençsizliğinden de kaynaklanıyor, ama… Demek ki hükümet dış baskılara karşı kendini yeterince dirençli hissetmiyor. Avrupa Birliği’nin içinde olduğunuz zaman bu direnci gösterebilirsiniz. AB’de öyle bir mekanizma kuruldu ki; hem ülkelerin oyuna göre hem de kaç ülkenin oy verdiğine göre değerlendiriliyor olaylar. Böylelikle 1-2 büyük ülkenin iradesini diğer ülkelere kabul ettirmesini önlemiş oluyorlar. Böyle mekanizmalar var, bunun için sizi almak istemiyorlar. Mesele girersek bizi ezerler meselesi değil, sizin orda etkili olmanıza mani olmak için girmenizi engellemek.
PD: İmtiyazlı ortaklık da gündemdeydi.
Onur ÖYMEN: İkinci sınıf üye yapamazlar, tek sınıf var. Ya üye yaparsınız, ya yapmazsınız. Özel statü diye bir kavram yok.
PD: Peki, Avrupa Birliği’ne girersek, diğer ülkelere mesela Avrasya’ya sırt çevirmiş olmaz mıyız?
Onur ÖYMEN: Hayır, AB’ye girmek diğer ilişkilere mani değil. İngiltere’nin, Fransa’nın, İspanya’nın hep ilişkileri devam ediyor. İngiltere’nin Commonwealth ülkeleri ile, Fransa’nın Fransızca Konuşan Ülkeler Topluluğu (La Communaute) ile, İspanya’nın Latin Amerika ülkeleri ile çok yakın ilişkileri var. Bilakis hinterlandı olan ülkeler Avrupa Birliği’nde daha güçlü. Türkiye AB’ye girerse bilhassa hinterlandı olan bir ülke olarak girecek.
PD: Geçtiğimiz günlerde BM Kalkınma Programı, İnsani Kalkınma Raporu’nu yayınlandı. Bu raporda Türkiye 177 ülke arasında 84. Sırada yer aldı. Bu durum karşısında söyleyebilecekleriniz neler?
Onur ÖYMEN: Son derece utanç verici bir tablo. Biz bunu defalarca söyledik. Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH), eğitim endeksi, sağlık endeksi gibi endeksleri bir arada değerlendiren bu raporda Türkiye dünyada 84. sırada yer alıyor. Bu, utanç tablosudur. Bu, Türkiye’nin çok kötü yönetildiğini gösterir. Başka izahı yoktur, bunun. Kendi kendimize istediğimiz kadar övünelim, BM insani gelişme endeksinde 84. sırada bulunan bir ülkenin övünmeye hakkı yoktur.
PD: Amerika’dan bize stratejik ortak olur mu?
Onur ÖYMEN: Amerika’dan stratejik ortak olamaz! Amerika’nın dünyadaki stratejik ortakları sadece İngiltere ve İsrail’dir. Onlara bile Süveyş meselesinde olduğu gibi ABD’nin baskı yaptığı görülebiliyor. Amerika’yla stratejik ortak olsak, bizim hayati meselelerimizde Amerika bizim karşımızda vaziyet almaz. Kıbrıs meselesi gibi, Kuzey Irak gibi, PKK’yla mücadele gibi, çuval geçirme ve buna benzer olaylarda Türkiye’ye karşı vaziyet alan ülkeden stratejik ortak olmaz. Böyle bir stratejik ortak, böyle bir müttefik olamaz!
PD: Amerika’dan söz açılmışken, Amerika’nın Afganistan’a yollamak için Türkiye’den asker talebi var. Bugünlerde temsilci Türkiye’ye geldi. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Onur ÖYMEN: Evet, buna direnmek lazım. Genelkurmay Başkanlığı buna direneceğini söyledi ama Amerikalıların baskı yapacağı düşünülüyor. Orada bizim askerimiz var ama Kabil’in havaalanını korumakla görevli. Şimdi sizden istenen, gidip güneyde Kandehar’da teröristlerle çarpışmak. Hem Türkiye’nin kendine yönelik teröristlerle çarpışmasına karşı çıkacaksınız, size yönelik terörizmi bertaraf etmek için Türk askerlerini feda edeceksiniz. Bu doğru değil!
PD: Kuzey Irak’tan bahsetmişken, ABD ile Türkiye kendi arasında belli bir hibe veya kredi karşılığında Kuzey Irak’a girmeme konusunda anlaşmıştı. Bunu CHP ortaya çıkarmıştı. Türkiye Kuzey Irak’a girdi ve bu anlaşmanın durumu ne oldu?
Onur ÖYMEN: Bu anlaşmayı onaylayamadılar ki… Biz buna tepki gösterince onay için TBMM’ye getiremediler ve anlaşma kadük oldu, geçersiz kılındı. ABD buna rağmen geçen aya kadar Türkiye’nin askeri müdahalesine karşı çıktı. Baktılar ki, terörist saldırılar artıyor ve Türk halkında büyük bir tepki var. Çok sınırlı bir operasyon için izin verdiler. Amerika hiçbir aşamada Türkiye’nin askerî güç kullanarak Kuzey Irak’tan PKK’nın tasfiyesine izin vermemiştir. Mesele o! Türkiye’nin kendine yönelik terörist saldırıları bertaraf etmesi için gerekli askeri operasyonuna izin verilmiyor.
Onur ÖYMEN Ankara’ya gitmek için yola çıkıyor ve bizde bu yoğunluğunda bize zaman ayırdığı için Sayın Onur Öymen’e çok teşekkür ediyoruz.
BU RÖPORTAJ POLİTİKA DERGİSİ SAYI 1'de YAYIMLANMIŞTIR.

9 Mayıs 2008 Cuma

POLİTİKA DERGİSİ SAYI 3 BUGÜN YAYINDA...

Değerli Okurlarımız,
Bugüne kadar verdiğiniz desteklerinizden güç alarak büyüyen Politika Dergisi, bugün (09.05.2008) üçüncü sayısını yayınlayacaktır.
Bugün saat 12.00 itibari ile Sayı 3'ü siz değerli okurlarımızın hizmetine sunacak olmaktan kıvanç duyacağız. Dergimizi buradan ve http://www.politikadergisi.com/ adresimizden okuyabilecek ve indirebileceksiniz.
Öneri, eleştiri ve desteklerinizi yine bekliyoruz.
Saygılarımızla...

Politika Dergisi Yönetimi

8 Mayıs 2008 Perşembe

Ayetlerimi Satmayın

Hüseyin Üzmez olayını artık bilmeyenimiz yok

Hemen her gün kendi gazetesi de dâhil her yerde hakkında yazılar ve haberler çıkıyor…

‘İmam nikâhı yaptıysa tecavüz olmaz’

Genç bayanlara ilgi duyuyorsa ne olmuş, bu Ergenekoncuların komplosu’ diyenler bile oldu.

Karşı cenahtan en ilginç yazı yine Üzmez’in gazetesindeki köşe yazarı olan Duran Kömürcü’den geldi.

Kömürcü dünkü yazısın da;

Tecavüzün kanıtlanabilmesi için 4 şahit gerektiğini,

4 şahit olmadığı için Türkiye’de şeriatla yönetilmediği için tövbe ederse kurtulurmuş.

Dün haber ajansları bu haberi;

Pes artık!

‘Utanmazlığa 4 şahit kılıfı’
gibi başlıklarla duyurmuşlar bende

‘Pişkinliğin bu kadarı’ diyorum.

Hatta bu pişkinlik değil şımarıklıktır.

Özellikle AKP hükümeti döneminde karşı cenahın yazarların ne kadar şımardığını, ne kadar pervasızca ve pişkince Atatürk’e ve ülkemizin devrimlerine ve devrim yasalarına saldırdığına milyonlarca kez şahit olduk.

Hemen her şeyi devrim yasalarımıza getirerek din üzerinde saldırmaları artık o kadar olağan oldu ki bunu yapmadıkların da şaşırıyoruz.

RTE muhalefete yüklenirken kuran ayetlerimi kullanıyor.

Karşı cenaptaki yazarlarda keza köşe yazılarında sürekli kurandan ayetlere yer veriyor.

Rte’nin çok meşhur A’raf süresinden,

"Kulakları vardır duymazlar, gözleri vardır görmezler, dilleri vardır gerçekleri söyleyemezler”

Sözünden sonra dün Vakit yazarı Duran Kömürcü de boş durur hemen o da Kuran’dan bir ayetle gazetesinde yazar olan Üzmez’i korumaya kalktı,

Kömürcü;

“Bugün de Hüseyin Üzmez’e yöneltilen isnattan dolayı bütün Müslümanlar üzülmektedir. Çünkü günahın ispatını Allah: “Bir de dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Mademki bu şahitleri getirmediler. O halde onlar Allah nezdinde yalancıların ta kendileridir” (Nur Suresi 13) buyurarak, dört şahitle tespit edilmeyen zina suçlamasına yalancı olarak beyan etmektedir.

“Müfterilerin eline bir koz geçmiştir. Suçu işleyen(!) Hüseyin Üzmez değil de, bütün Müslümanlara mal edilerek inananlara yüklenmektedir. Bir suç işlenmişse o işleyene aittir. Beşerdir hata yapabilir. İslami bir düzen olmadığına göre suç sabit olursa tövbeye davet edilir. Suç İslam’a göre tahakkuk eder, cezası da İslam’a göredir”

Hani ben artık işi şeriata ve şeri hükümlere getirilmesini geçtim.

Çünkü artık hemen her olayı dine, şeriata ve Kuran’a bağlamadılar mı olmuyor…

O kadar ki artık konuşmalarında bile dinden Kura’dan göndermeler yapmadılar mı o gece eminim gözlerine uyku girmiyordur.

Ama her şeye kura’dan cevap vermeye çalışan bu cenaha yine Kutsal kitabımız da Yüce Allahımız çok güzel cevap veriyor.

Kuran’ın Bakara süresi 2/41 de Allah aynen şöyle der;

‘Benim ayetlerimi satmayın’

Peki, bu karşı cenah ne yapıyor.

Hemen her olayda Allahın bu ayetlerini satıyorlar.

Bunu biz demiyoruz Allah kendi diyor.

Ayetlerimi satmayın diye

Ama nasıl bizim akademisyenlerimiz yabancı sözcük kullanmadan edemiyor koskocaman ve geniş Türkçemizle anlatamıyorsa-tabi ki her akademisyenimiz için demiyorum-

Bu karşı cenahtaki Başbakan’ından tuttun da köşe yazarına kadar hemen hepsi Kuran’dan ayet kullanmadan edemiyorlar…

Her ne kadar Allah benim ayetlerimi satmayın dese de…

2 Mayıs 2008 Cuma

Zulmün Adı AKP

Demokrasilerde faşizm doğurur. İşte doğan bu faşizm kendisini işçilerin bayramında yani 1 Mayıs' ta ispatlamaya çalışırsa neler olabilir dün bunu hep beraber gördük.

Bütün dünyada çoşku içinde kutlanan 1 Mayıs ülkemizden iktidarın yarattığı sancılar ile geçmiştir. İşçilerin 1 Mayıs tatil edilsin ve Taksim Meydanında kutlanılsın isteklerinin reddedilmesi ile başlayan bu sancılı süreç "ayakların başları yönettiği yer" şeklinde son derece küstah bir açıklama ile devam ederek aslında 1 Mayıs gelmeden neler yaşanacağının sinyalini bize vermişti.

Bu sinyal işçilerin kesinlikle Taksim Meydanına sokulmayacağını gösteriyordu. Fakat Devrimci İşçiler Sendikaları Konfedarasyonu' nun ( DİSK ) genel merkezinin ancak sıkıyönetim hallerinde görülmüş bir tutumla basılacağını, içeriye yüzlerce insanın tıkılacağını ve üstlerine gaz bombaları atılacağını gösterir miydi ?


Ya da İstanbul Valisi Muammer GÜLER' in bahsettiği ve konuşmalarında ısrarla altını çizdiği orantılı gücün orantısız şiddete dönüşeceğini göstermiş miydi?

Kim bu durumdan ne çıkarmış olursa olsun bilinen bir gerçek var ki o da AKP' nin iktidarda olmanın ayarını iyice kaçırmış olmasıdır. Ben iktidarım ben ne dersem o olur anlayışının yarattığı kaoslardan Türkiye bir an önce kurtulmalıdır.

Çılgınca fanatizmin yaşandığı maç kalabalıklarına ve her sene yılbaşı gecesi yine dünyaya rezil olduk dedirten tacizli kutlamalara açılan bir meydanın işçilere açılmasınının tek nedeni vardır.

68 ruhundan gelmiş insanların 1 Mayıs 1977' nin de ruhunu içinde barındırıp o meydanda üniversite gençliği ile buluşmasını engellemek için yapılmıştır. Çünkü böyle birşey olursa bi dakika bile yerlerinde kalamayacaklarını ve isteklerin hep bir ağızdan bütün dünya duyacak şekilde haykırılması gibi iktidar için kötü bir durum yaratacaktı.

Devletin valisinin hükümetin valisi gibi konuştuğu, bir şehrin emniyet müdürünün polisini olaylardan ve orantısız şiddetten uzak tutamadığı bir yerde DİSK' in genel merkezi hiç bir sebep olmadan basılmış ve yüzlerce kişiye acımasız müdahaleler yapılmışken tarafsızlığından şüpheli aslında ne olduğu bilinen Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL' de aklıselim davranıldığı bir gün oldu şeklinde açıklama yaparsa ben de sizin yerinizde olsam Sayın Başbakan "pembe panjurlu evim nerede? " demekten kendimi alıkoyamazdım.

Aslında düşünüyorum da size hiç şaşırmamam lazım. Çünkü siz faşizmi kabadayılık adı altında Kasımpaşa' da öğrenmişsiniz. Sadece bunu farketmek biraz zaman aldı.

Peki Abdullah GÜL hangi aklıselim günden ya da kimin aklıselim olmasından bahsediyor onu anlayamadım. Yahu bu adam yine bu meşhur yurtdışı gezileri için geldiği havaalanının VIP bölümünde uyuya kalmış olupta rüyasında kendisine pembe bir gün yaratmış olmasın ? Hiç şaşırmam doğrusu. Tencere kapak misali...

Demokrasinin zerresinden anlamıyorsunuz dedik inatla anladığınızı söylediniz. Peki anlıyorsunuz da bunu neden işçilere haklarını vererek ispatlamıyorsunuz?

Zaten ülkemizdeki hayat pahalılığıyla ve çıkardığınız yasalarla belini büktüğünüz emekçiyi bir de gücünüzü yani faşist iktidar anlayışınızı ispatlamada kullanmasaydınız olmaz mıydı ?

Evet; işçilerin üstlerine su sıkmış, genel merkezlerini basmış, meydanlara çıkmasını engellemiş ve belini bükmüş olabilirisiniz. Ama şunu unutmayın ki o işçiler sizi olduğunuz yerden indirecek gücü içlerinde yaratmaktan ve barındırmaktan asla kaçınmayacaklardır.



Burak SIRATAŞ

1 Mayıs 2008 Perşembe

1 Mayıs Kutlu Olsun, Kızaran Yüzlerle...

Bu yıl 1 Mayıs çok daha anlamlı olmalı, çok daha ateşli olmalı. Geleceğimizi satan Sosyal Güven(siz)lik Reformu’na karşı, evlatlarının geleceğini özel şirketlere sattırmak istemeyen gerçek yurtseverlerin direnişi olmalıdır. Vurmayla, kırmayla değil haklılığın verdiği güvenle… Aptal yerine konmanın güdülenmesi ile… Emperyalizme karşı direnişin sembolü Türkiye Cumhuriyeti’ni daha çok savunarak, bayrağımızı Amerikalılara vermek isteyenlere karşı bayrağımıza daha sıkı sarılarak… Oy aldığı insanlara “ayak” diyenlere karşı haykırarak…

“Günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır.

Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez.”




1 Mayıs’tan korkulacak bir şey yok. Dün nasıl kendi yaptıklarını başkalarını vatan hainliği ile suçluyarak kapatıyorlarsa, bugün de yine aynı çizgidedirler. Vatan haini, vatanın her köşesini satan mıdır, direnen midir? Vatan haini vatandaşının geleceğini özel sigorta şirketlerine, cemaatlere satan mıdır, haklı davasını savunan mıdır? Vatan haini yurdun ormanlarını talan eden, madencilere otelcilere satan mıdır, yoksa sahip çıkan mıdır?
İnsanları cemaatlere tıkarak susturanlara, bu insanlar bir gün yanıt verecektir. Bugün değilse, ne zaman?
Burada yazımı uzatmak istemiyorum. Söylemek istediğim şey; mirasyedilere karşı ayaklar bir olmalıdır. Sosyal Güvenlik rezaletine karşı, kendilerini aptal yerine koyanlara karşı bir yumruk gibi cevap verilmelidir. Yoksa yarın çok geç olacaktır. Dindarı, dinsizi, Atatürkçüsü, milliyetçisi 1 Mayıs’ta tek yumruk olmalıdır. Bugün, bizi sömürenlere karşı kim olduğumuzu gösterme günüdür. Hükümetçi medyanın istediği gibi bölücülğe değil, birlik ve beraberliğe gebe olmalıdır bu 1 Mayıs. Fenerbahçe-Galatasaray maçından daha önemli bir şey var ve bu, bizim geleceğimiz...

“Ulusların gürleyen sesi, yeri göğü sarsıyor.
Halkların nasırlı yumruğu, balyoz gibi patlıyor.”

Tüm emekçilerimizin (kimilerine göre ayak) 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı kutlarım. Sosyal Güvenlik rezaletinin yüz kızarıklığı ile…



Emrah Özdemir

Yazı Hakkındaki Yorumunuzu Bırakın

© Blogger Templates | Tech Blog