Yeni Sitemizde Yayındayız

Politika Dergisi Sayı 15

href="http://www.politikadergisi.com/sites/default/files/PD15.zip">Politika Dergisi Sayı 15'i İndirmek İçin Tıklayın.

 

29 Kasım 2007 Perşembe

Sağın Yeni Kalesi TV


Televizyon,hareketli görüntüleri elektromanyetik dalgalara dönüştürerek uzaklara ileten ve bu dalgalardan, yeniden görüntü elde eden bir sistemdir.(tele+vizyon=uzaktan görme)

İnsanların üzerinde sigara gibi tiryakilik uyandıran televizyon, insanların hayatlarına etki etmektedir. Bireylerin düşüncelerini değiştiren veya geliştiren etkiler yaratan televizyon, bir bakıma insanları kendine esir alan bir haberleşme aracıdır. Görsel olarak yapılan yayınlarda insanlar gördükleri karşısında ister istemez etkilenmektedir. İnsanların duygu ve düşünceleri duymaktan öte görmekle daha kolay değişebilir.

İzlendikçe insanları kendine tutsak haline getiren televizyon insanların toplumdan uzaklaşmalarına, pozitif düşünmelerine engel olur. Zamanla bireyleri toplumdan kopartan bu araç, insanların fikirlerini açıklamalarına engel olur. İnsanlar televizyonun esiri oldukça ona tapmaya, ona ilah gibi yaklaşmaya başlarlar. Toplumu olumsuz yönde etkileyen televizyon küreselleşen hayatımızın önemli bir tehlikesi haline gelmiştir. Bireylerin bilgi edinmelerine engel olan televizyon bireyci ve menfaatçi düşüncelerin gelişmesine, insanların toplumdan uzaklaşmalarına neden olarak insanların hırslaşmalarına ve sertleşmelerine neden olur.

Kişileri negatif olarak etkileyen bu araç küresel güçlerin en büyük silahı haline gelmiştir. Zamanla bilgi verme işlevinden uzaklaşan bu araç insanların mevcut fikirlerini sömürmeye başlar. Örnek vermek gerekirse; sabah programları, mafya dizileri, televole programları gibi örnekler sanırım yeterli olacaktır. Kişileri bu denli olumsuz etkileyen televizyon zamanla bir canavara dönüşmüş ve küreselleşen dünyanın en büyük silahı haline gelmiştir.

İnsanlık adına bu kadar tehlikeli ve vahşileşen bu araç umarım zamanla insanları robota dönüştürmez.

Mehmet Saim Som

28 Kasım 2007 Çarşamba

Olmak ya da olmamak...

1920’ler, 30’lar görünümü ile bugünü yorumlayamazsınız. İsteseniz de yapamazsınız zaten. 1920’leri bugünkü görünüm ile açıklama aymazlığında bulunabilirsiniz ama bugünü o günün mantığıyla açıklayamazsanız. Bu verdiğim ön bilgi ayniyle vakidir...

Bugün kemalist; yurtsever; ulusalcı; milli müdafaacı adına ne deniyorsa, oluşan bu ulusal bloku 1930 mantığıyla bugünü değerlendirme yanlışında bulunduğunu söyleyen pek sayın yazarlar(Baskın Oran, Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Fehmi Koru, Mehmet Altan, Eser Karakaş vb.) yanlışın nerede yapıldığıyla ilgili çok büyük bir aymazlık içerisindeler. Kemalist cephenin değişmez gerçekleri(ulusal bağımsızlık, laiklik gibi) vardır ve bu belli bir koşula göre değerlendirilmekten ziyade, aklı başında her insanımızın anlayacağı üzere temel değerlerdir. Ülkemizin 40’lardan beri süregelen siyasi, sosyal yaşadığı deneyimler olsun, parti tercihleri olsun bu konuda bize “elle tutulur” gerçekler vermektedirler.

Halkımız hala Kuvayi Milliye bilincinde olsaydı, DP, ANAP, AKP iktidarları Türkiye’yi parsel parsel satacak kadar, geleceği ipotek altına aldıracak kadar, laikliği sulandıracak kadar, “ananı da al git” diyecek kadar, “odunu bile” seçtirecek kadar bir gücü ellerinde bulunduramazlardı. Bunun sorumlusu halkı aldatma sanatını evvelden çok iyi bilen dinciler, medya, emperyalistler ve halka kendini anlatamayan Atatürkçülerdir.

Önce iftiralara yanıt verip, sonra diğer cepheye doğru yöneleceğim.

İftira/1: Kemalistler askercidir, statükocudur, geçmişçidir…

Saptama/1: Önce bu ağzı kullananların kabaca şecerelerine bakalım. Kimler bu kelamları etmekte? AB komiserleri, AKP’nin erken öten horozları, Fettullahçılar, gericiler, bölücüler, kendini bilmez solcular(örn. Baskın Oran), sözde demokratlar (örn. Eser Karakaş) vesaire. Nedir bunların ortak yönü? Babı Ali’nin ihanetinden Ankara’nın kahramanlığına dönüşen, makûs talihimizle dövüşen Bağımsızlık Mücadelesi yıllarında önlerindeki ekmekler alınanlardır bunlar. Bunlar demokrasiden ülkenin kaynaklarını bu ülke için zekâttan da az bir gider karşılığında sömürmeyi, solculuktan eşcinsel haklarını, böcük haklarını, İslam’dan sermaye kapısı çıkarmayı anlayan insanlardır. Özcesi bu grubun hepsi bir şekilde Ankara’ya kini olan insanlardır.

Saptama/2: Savunmayı vermemiz gerekirse eğer, önce askerci eleştirine yanıt vermek istiyorum. Kemalistlerin en tepki toplayanı, belki de şu an kemalizmi temsil bile etmeyen ama kemalizme sataşmak isteyenler için büyük bir hedef tahtası olan Deniz Baykal’dan savunmaya başlayacağım. Yani en zor olandan… Sayın Baykal’ı askerci, 82 anayasası savunucusu gibi görmek çok büyük bir yanılgıdır. Baykal, 80 darbesi mağdurlarındandır. Yani daha en baştan darbe darbe diye “Yine de şahlanıyor” temposu tutması en baştan geçersizdir. 12 Eylül’ün bizden neleri götürüp, neleri getirdiğini her ne kadar unutmuş gibi görünsek de evlat acısı gibi yüreğimizde hissediyoruz. Düşünen, düşüncesi için dövüşen Türk Gençliği’nden; Atatürkçü olanı “Atam sen kalk, ben yatam”cı, solcusu çiçekçi, böcekçi olan bir Türk Gençliği’ne… Kimin işine gelir? Elbette toplumun düşünmesinden rahatsız olanlar… Yani, insanları tarikatla uyuşturan Gülen, insanları popüler kültürle uyuşturan Amerika ve onun Türkiye şubeleri… Deniz Bey’in partisi ve geleneğinden gelen partiler ise çete liderinin yakalanmasından sonra ezkaza merhum Ecevit’in birinciliği almasını saymazsak, 12 Eylül’ün en büyük mağdurlarıdırlar.

Saptama/3: Bugün kemalistlere, merkez solculara, kuvayi milliyecilere hangi mantıkla statükocu deniyor, anlamak güç doğrusu. Türkiye’de eğer kemalizm statüko idiyse, Aydın Doğan’ın neden borusu bu kadar keskin ötüyor? Türkiye’de kemalizmin en büyük düşmanlarının toplandığı parti neden açık ara farkla birinci parti oluyor? Neden kimse Fettullah İmparatorluğu’nun kurulmasına dur diyemiyor? Neden ulusal bağımsızlık tehlikede? Baştan başlayalım. Statüko ne demek? Var olan durum değil midir? Mevcut koşullar kimin lehine? Neden bütün TV kanalları AKP hükümetini destekliyor? Hortumun, tarihi satışların, anti laikliğin vesikalı suçlusu partiye neden ses çıkarılamıyor? Çıkaranın sesi neden hemen kısılıyor? Soruların yanıtı net ve tektir. Bu hükümet ve onun yardakçıları Türkiye’nin statükosudur. Ve hızlı küreselleştirmenin 1 numaralı piyonudur. Ulusallıktan küreselleşmeye geçişte ulusun değil kürenin statükosu vardır: o da ABD.

Saptama/4: Kemalizmin geçmişçi olduğunu iddia etmek, ancak ve ancak kemalizmi bilmeyenlerin veya bilip de halkı kandırmak isteyenlerin yumurtlaması olabilir. Çünkü zaten kemalizm özü itibariyle devrimci bir düşündür. Sürekli devrimcilik prensibini kendine şiar edinmiş düşünceler bütününü nasıl olur da geçmişçilik ile suçlayabilirsin? Ülkemizin yer aldığı kendine ait ortam(Ulusal Bağımsızlık Savaşı deneyimi gibi) nedeniyle biraz fazla hassasiyet gösteriyorsak bunun neresinde kötülük vardır?

Ben neden geçmişçi denildiğini biliyorum ve bu noktadan sonra Yüce Atatürk’ün sözleriyle de bağdaştırarak konuya açıklık getirmeye çalışacağım.

İstiklal konusunda aşırı pinpirikli davrandığımız hususunda önce Gazi’nin bu konuda bir gazeteciye verdiği mülakatı aktarmak istiyorum:

“…Eğer yabancı düşmanlığından o kadar pahalı elde edilen bağımsızlığa gölge düşürebilecek her şeyden nefret etme anlamı çıkarılırsa, evet bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir... Yabancı girişimcilerin, yabancı amaçlarının içimizde uyandırdığı kaygılar bütünüyle ortadan kalkmış değildir. Eğer bazen ihtiyatlı hareket ediyorsak aşırı derecede kuşkulu davranıyorsak, bize çok pahalıya mal olan özgürlüğümüzü kaybetmek korkusundandır.

Sizce bu dönem ile o dönem arasında ecnebi müteşebbislerin niyetleri söz konusu olduğunda çok mu fark var? Bizim ihtiyatlı davranmamızın tek nedeni yabancıların üzerimize hangi niyetle geldiği kaygısındandır. Çünkü biz bağımsızlığımızı cemaatlerinin, televizyonlarının, holdinglerinin bankadaki hesapları gibi kolay kazanmadık. Temel gereksinimlerimizi dahi gözden çıkarabilecek bir fedakarlıkla kazandık. Yani canımızı, yemeğimizi, evlatlarımızı, evimizi bile gözden çıkarabildik. Bu bağımsızlık dünya tarihinin görüp görebileceği en haklı ve en kutsal savaş sonucunda kazanıldı. Ne sizin Ab müzakere tarihlerine, ne masabaşı oyunlarınıza, ne de milyar dolarlarınıza benzer. Ve böyle bir bağımsızlığa gölge düşürmemek için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız.

“...Büyük devletler şimdiye kadar bize şu veya bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor görünüyorlar, oysa ekonomik tutsaklıkla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri, bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim haklarımızı tanımış gibi bir durum alırlar, gerçekte, ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu tutsaklığa katlanan devlet ileri gelenleri hoşnuttu. Çünkü görünüşte azametli bir istiklal sağlamışlardı. Fakat gerçekte ulusu manen yoksulluk çukuruna atmışlardı. Bunlar ekonomik mahkumiyeti kavrayamamış bedhahlardı.”

Peki ya buna ne demeli? Efendiler, koşullar düşünüldüğü gibi eskimemiştir. Eskiyen sizin unutkan hafızalarınız…


“...Tanzimat döneminden sonra devlet ecnebi sermayesinin jandarmalığını yapmaktan başka bir şey yapmamıştır. Artık her uygar devlet gibi yeni Türkiye de bunu kabul edemez. Burası emir alma ülkesi değildir.”

Peki ya Atatürk’ün Tanzimat dönemi hakkındaki bu tespitine ne demeli? Biz bu 2.Cumhuriyetçilere 2.Tanzimatçılar derken bazılarının bize geçmişçi dediği gibi desteksiz söylemiyorduk. Kısacası ayrım “emir alma” veya “emir almama” ayrımıdır. Karar sizin…


Ayrıca 1400 sene önceki sistemi methedip, 85 yıllık cumhuriyete “yaşandı” demek de gözüme çarpan bir ironidir.

Özetliyorum:

Ulusumuz şu an etrafını saran çok büyük bir çemberin içinde eline verilen afyonun verdiği sarhoşlukla kayıtsız kalmaya devam etmektedir. Neden çok büyük? İhanet safı kesinleşmiş, Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi hayınlar yine bir araya gelmişlerdir. Damat Feritler, Mustafa Reşitler, Mustafa Sabriler, emperyalist blok yine bir araya geldiler. Sıra kahramanların bir araya gelmesinde. Yani Börekçizade Rifat Hoca, Fevzi Çakmak gibi Müslümanların da katılması gereken Atatürk cephesinin oluşması gerekiyor. Hala oyunu görememişler için Binbaşı Fethi Gürcan “Türk Halkı'nın kaderi aldatılmışlığının serüvenidir" demiş. Bu aldatılmaya artık dur diyeceklerin bir araya gelmesi gerekiyor. Fettullah Gülen’in yıllar önce anayasal kurumları ele geçirmek diye bahsettiği strateji bugün tıkır tıkır işlemeye devam ediyor. TSK ele geçirilmeden olmaz diyen bu ağlak ve muğlak adamın takipçilerinin yeni anayasaya TSK’nin başını atamak görevini de anayasaya ekleme girişimlerini nasıl bir oyunun devam eden aşamaları olarak gözden kaçırıyorsunuz?

Artık safları belirgin ve sık hale getirmenin zamanıdır. Olmak ya da olmamak, bütün mesele bu!

Esenlik ve barış dilerim.

Emrah ÖZDEMİR

27 Kasım 2007 Salı

Basit Türkiye


Seçimlerden önce yapılan seçim çalışmaları Türkiye' de siyasetin ne kadar ucuz ve basit olduğunu gözler önüne serdi. Yapılan seçim çalışmaları çerçevesinde dile getirilen vaatler basitliği gözler önüne serdi.


Gerek partilerin yapmış oldukları seçim çalışmaları, gerek medyanın bunu dile getiriş şekli toplum üzerinde çok ucuz bir yöntemle oy toplama kampanyasına dönüştürüldü. Parti liderlerinin üslupları seçmenler üzerinde nasıl bir etki yarattığından ziyade irdelenmesi gereken asıl konu bu üslupların niye bu şekilde yapılmış olmasıdır. Seçmenleri asıl seçim gündeminden uzaklaştırarak hangi kesimlerin nasıl bir rant sağladığı su götürmez bir gerçek. İnsanları bu denli ağız dalaşlarıyla etkilemek isteyen partilerden ve parti yöneticilerden kullandıkları üslup bazında bir şeyler beklemek en akıl karı olan düşüncedir.


Basit anlamda yapılan siyaset basit anlamda vaatlerden oluşursa bunun sonucunda beklenecek olanlarda basit olmalıdır. Gerek siyasetçi, gerek asker insanlar üzerinde bu şekilde baskı kurarsa toplumun bu baskıya karşı reaksiyonu bu şekilde olur. Toplumun asıl gerçeklerinden uzak yapılan seçim çalışmaları toplumun yarayan kanasına merhem olacağı yerde yaraya tuz basmaya benzemiştir. Asıl sorunlar dile getirilmeyerek mazotla, başörtüsüyle, alevisiyle, kürdüyle yapılan seçim çalışmaları toplumun açlığını, sefaletini, varoşlarda olan bitenleri, doğudaki vatandaşlarımızın çektiği sıkıntıların üzerine bir perde çekmiştir.


İnsanların asıl sorunlarıyla uğraşmayan partiler işlerine geldiği gibi hareket ederek çiftçinin, emekçinin, yoksulun sorunlarını unutup oy yarışması yaptılar. Tabi ki bundan olumsuz etkilenen yine halk oldu. Halkın sorunları her geçen gün artarken neden kimse bu olan bitenlere dur demiyor ya da diyemiyor? Yorum size kalmış...



Carlott


26 Kasım 2007 Pazartesi

Şeriat Aslında nedir, Nasıl algılanmaktadır?

Şeriat;vahiy yoluyla peygamberlere inen kitaplardan ve peygamberlerinde bunları destekleyici veya kuvvetlendirici sözlerinden oluşan hayata dair nizam ve düzeni amaçlayan kanunlar ve hükümler bütünüdür.Yani her peygamberin kendine özgü bir şeriatı vardır ve bununla anılırlar.Yahudilik,hristiyanlık degil(çünkü bunlar kavim isimleridir) musevilik,isevilik ve muhammedilik gibi..Yani Adem(a.s)dan bu yana Hz.Allah toplumların durumlarına ve ihtiyaçlarına göre kanunlar manzumesi göndermiştir.Bu hükümlerde kaynak aynı olmasına ragmen toplulukların ihtiyaçlarına göre gönderilen hükümlerde temel unsurlar aynı olmasına ragmen,detaylarda bazı farklılıklar meydana gelmiştir.Yani en son gelen Kuranı Kerim en teferruatlı ve insanlığın sonuna kadar elinde bir anayasa kitabı gibi hertürlü sorununa cevap verebilecek şekilde gönderilmiştir.

Bu sürecin bu şekilde olmasının hikmeti ise;toplumların gönderilen hükümleri hayata geçirip geçirememesi ile bağlantılıdır.Yani toplumlar geliştikçe ve mükemmelleştikçe inen hükümlerde ona göre gönderilmiştir.Yani Allah dileseydi Hz.Adem'e Kuran-ı Kerim'i gönderirdi ve kıyamete kadarda geçerliliğini isterdi.Ancak 14 asır önce gelmiş hükümleri bugün bile bazılarını yorumlamakta ve algılamakta zorluk çektiğimiz bu evrensel hükümler bütününü ozamanki insanlar hiçbirşekilde anlayıp hayatlarına uygulayamazlardı.Dolayısıyla gönderilen ilahi kanunlar kitabı işlevsiz olurdu.

Bu konunlar içerisinde hangisini ele alırsanız alın moder dünyadaki çok eğitimli hukukçuların,kanun yapıcıların ortaya cıkarmış olduğu kanunlarla mukayese ettiğinizde o hükümlerin üstünlüğünün olugunu çok bariz birşekilde göreceksiniz.Bunu şöyle bir örneklendirme ile açmak isterim.Siz bütün teknolojiyi kullanarak bir makina yaptığınızı düşününün.Ve bu makinanın sizden daha akıllı oldugunu daha iyi düşündüğünü kabul edebilirmisiniz? Böyle birşey mümkün değildir çünkü siz ona ne yüklemişseniz onu bilebilir.Bizlerde dolayısıyla aynı konumlardayız.Ayrıca yanlış anlaşılan birşey daha var ki Kuran da yazılan hükümler hayatımızın her noktasına değil ana prensiplere hitap etmektedir ve gerisini Allah kullanıra bırakmaktadır.Yani arzı ben yarattım ana prensipleride koydum onu sen düzenleyeceksin demektedir.

Ancak günümüzde şeriat denilince öyle bir algılama şekli vardır ki el kol kesen,dört hatunla evlenmeyi tavsiye eden ve 14 asır önceki yaşamı öneren bir düşünce biçimi oluşmaktadır.Oysa ki yukarda bahsettiğim gibi bu hükümler tarafsız ve sağlıklı bir bakış açısıyla incelendiğinde içinden İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi,demokrasi,cumhuriyet ve laiklik en doğru anlamlarıyla çıkmaktadır.

Olaya böyle bakabildiğiniz zaman sokaklarda 'Kahrolsun Şeriat' diye bağırdığınızda ne kadar gülünç bir olay sergilediğinizi umarım anlatabilmişimdir..

Büşra NAS

Politika Açısından Bugünün Gençleri

"Çoğumuz biliriz ki Atatürk bu vatanı gençlere emanet etmiştir" cümlesindeki çoğumuz kelimesi bir anlam ifade eder. Bu anlamsa, hepimizin bilmesi gerekeni artık bazılarımızın unutmuş olduğu anlamıdır. Bir genç olarak bunu kaldıramıyor ve yazıya döküyorum.

Her konuda çok bilgili olduğumuzu sanırız, her konuda mutlaka bir şeyler söyleriz; ama iş politikaya geldiği zaman orada durur ölene kadar düşünürüz. Duraksamanın geçici olmamasının sebebi bugünün gençlerinin politikadan soyutlanmış olmalarıdır. Kısacası Türkiye depolitize yaşama artık alışmış durumdadır.

Politik tavır almanın suç olabildiği unsurlar mutlaka olacaktır; fakat bu unsurlarında makul düzeylere çekilmesi depolitizasyonu düşük seviyelere indirecektir. Bu açıdan Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'nden başka Bursa Nutku'nun da unutulduğu söylenebilir. Artık Atatürk'ün eserleri okunurken, içinde en ufak bir hissiyat uyanmayan gençlerin durumu oldukça üzücüdür.

Gençler belki de ondan önce genç olanlar tarafından depolitize edildiğinden, artık politik tavrını yanlızca seçimlerde gösterebilmektedir veya buna bile tenezzür etmemektedir. Bu ülkenin geçlerinin bu ülke hakkında bir oyu bile çok görmeleri ilginçtir ve yazıktır.

Üniversitelerin siyaset bilimi alanında okuyan (bazı) gençler bile, sırf politikaya bir üniversite okuyabilmek için katlanmaktadırlar. Politikadan tiksinmiş durumda olmak, çoğu için ortak bir özelliktir.

Gerçekleri görebildiği, özümseyebildiği halde buna karşı çıkmayan, vicdanını bu yönde taşa çevirmiş gençlerimiz ne yazık ki bulunmaktadır.

Tüm bunlara rağmen ben bir genç olarak, gelecek nesillerden ve yaşıtlarımdan oldukça umutluyum. Olayların üzerine korkmadan gidebilecek, gerçekleri korkmadan söyleyebilecek bazı gençler tanıyorum ve daha çoğuyla da tanışmak istiyorum. Unutmamak gerekir ki biz bu ülkeyi bizden sonra ki nesillere bırakacak olanlarız. Türkiye'nin bize ihtiyacı var. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ


25 Kasım 2007 Pazar

Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi: İslamcı Devletten Kovulan Gençlerin Öyküsü

Yukarıdaki başlığın iki nokta işaretinden önceki kısmının Emin Çölaşan'ın kitabına ait olduğunu düşünebilirsiniz; ama öyle değil. Hepimiz biliriz ki eğitim, işine bir temel oluşturarak başlar ve bu temelin üstüne katlar konulmasına da yardımcı olur. Eğitimden neden bahsettiğimi soracak olursanız hemen cevaplayayım; çünkü bu yazı bir eğitim rezaleti üstüne yazılmıştır.

Kocaeli Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ilköğretim 8. sınıflara uygulanan Başarı Değerlendirme Sınavı'na (OKS) bakacak olursak şunları söyleyebiliriz: Bu sınava giren öğrencilerin hepsi iyi bir lisede okumayı isteyen 14 -15 yaşındaki çocuklardır ve bu çocuklar sosyal bilimler alanında yapılan testlerde acayip sorularla karşılaşmaktadırlar. Bu acayip soruları göstermeden bu soruların genel niteliği hakkında bilgi vermek yerinde olur. Söz konusu sorula sosyal bilimler alanında olup, bu soruların adedi 25 tanedir. Bu soruların konulara göre ağırlıklarını ise soruları hazırlayan kurul belirler. Bu kurulun belirlediğine göre 5 adet soru din içeriklidir ve nedense geriye kalan tek bir soruda bile Mustafa Kemal ATATÜRK'ün adı bile geçmemektedir.

Özet olarak bizim buradaki amacımız din içerikli soruların niteliğine dikkat çekmek, bu sorular sonucunda nasıl bir nesil yetiştirilmeye çalışıldığını göstermektir. Ayrıca bu soruları yapamayan gençlerin iyi bir lisede okuma hakkının nasıl elinden alındığını göstermektir. Soruları paylaşacak olursak;

1- Aşağıdakilerden hangisi Allah'ın everenin düzenini ve işleyişini sağlamak için koyduğu yasalardan biri değildir ?

a) Fiziksel Yasalar b)Toplumsal Yasalar c)Biyolojik Yasalar d) T.C. Anayasası

2- Yüce Allah evrendeki düzenin varlığı için her alanda kurallar koymuştur. Biz bunlara "sünnetullah" diyoruz. Buna göre aşağıdaki kurallardan hangisi Allah'ın koymuş olduğu kurallardan biri değildir?

a) Gezegenlerin belli bir yörüngede hareket etmeleri
b) Canlıların üreyip çoğalmaları
c) Gelir dağılımının adil olduğu ülkelerin ilerlemesi
d) Futbol maçında topun taca çıkması

Yukarıdaki iki sorunun da cevabı d şıkkıdır. Soruları ve cevapları yorumlayacak olursak;

İlk soruda; Allah'ın yasalarından bahsedilmektedir. Bir kere bu soru bilimsellikten oldukça uzaktır. Aslına bakarsanız dinsellikle de bağdaşmamaktadır. Dinin kurallarının kesin olması bu sorunun ise yorumsal analize dayanması soruyu dinsel içerikten uzaklaştırır. Soru insanların psikolojikmen yönlendirmelerini sağlamayı amaçlamaktadır. 14 - 15 yaşındaki çocukların bilinaltına T.C. Anayasası'nın önemsiz olduğu vurgusu sokulmaktadır. Bir kere her toplumsal yasayı da Allah kuralı sayan tek bir kaynak vardır o da Kur'an-ı Kerim'dir ve bu kutsal kitabı Türkiye'nin ceza sistemiyle örtüştürmeye çalışmak laikliğe aykırıdır. Bu kıyaslamanın sebebinin sorgulanması gerekir.

İkinci soruda; nitelik itibariyle birinci soruya benzemektedir. Bu soru üzerinde de düşünecek olursak, sorunun şıklarının tamamiyle saçmalık olduğu anlaşılır. Bir kere gelir dağılımı adil olan ülkelerin ilerlemesi iktisadi bir yasadır ve buna rağmen tartışılmaktadır. Gelir dağılımının düzensiz olduğu ülkemizde o zaman Allah'ın yasalarının geçersiz olduğu sonucunun çıkartılabildiği bu soruda (çünkü nedense gelir dağılımı iyi olmadığı halde ülkemiz ekonomik olarak ilerlemektedir, iktidar bunu savunmaktadır), ayrıca topun taca çıkmasının Allah'ın kuralı olmadığı savunulmaktadır. Soruda her alanda kurallar konulduğu bilgisi verilmişse sporun kendi içinde bir alan teşkil etiği gerçeği nasıl unutulmaktadır.

Sonuç olarak, iyi bir lisede okuyabilmek için bu tarzda din sorularının doğru cevaplanması gerekmektedir. Bu soruları cevaplayamayanlar iyi bir eğitimden dışlanmış, adeta İslamcı devlet yapılanmasından kovulmuş olmaktadırlar. Öğretmenler günü öncesinde bu tarz soruları hazırlayan öğretmenlerin varlığı üzücüdür. Şunu da belirtmek gerekir ki, işini layığıyla yapan öğretmenlerimiz, bu tarz gerici öğretmenler yüzünden zan altında kalmaktadır.


Sorulması gereken soru şudur: "İrtica denilen olgunun da terör kadar tehlikeli ve bölücü bir unsur olduğunu acaba biliyor muyuz ?"

Teşekkürlerimizle, okumadaki sabrınız için...

Not: Bu yazıda bize fikir sağlayan değerli gazeteci Mustafa Mutlu'ya teşekkürü bir borç biliriz.

Gökhan DAĞ - Hüseyin KARA

24 Kasım 2007 Cumartesi

Bursa Nutku





Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek”

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!



23 Kasım 2007 Cuma

Şaşırmış İnsanlar Külübü: Gerici Sınıf

Çağdaşlık, en genel anlamıysa çağın gereklerini yerine getirmekse, çağın gerisinde kalmış ya da kalmayı kendisine ilki edinmiş insanlar, ya şaşırmıştır ve/veya bununla birlikte gericidirler. Bu yazıdaki hedefimin de haliyle gericilerdir.

Her fırsatta çağdaşlık dendiği zaman Atatürk'ü örnek gösterdiğimizi söyleyen bu kulübe (okula) karşı yine her zaman bıkmadan, usanmadan bunu tekrarlayacağımı söylüyorum. Türkiye'de gericilik (ve kapsadığı anlamda şaşırmışlık) ilk önce Atatürk'ün yaptıklarını reddetmekle başlar. Bunun sonrası ise bizce kaynaklara aşağıdaki şekilde düşer; ama önce bir özetleme yapmakta fayda vardır.

Kısaca özetlersek, bu kulübün insanlarının gerici olduğunu; çünkü çağdaşlığı reddettiklerini söyledim. Aynı zamanda bu gericiliğin içinde bir şaşırmışlığı da barındırdığını ifade ettim. Şimdi diğer noktalara değinme zamanı gelmiştir ve bende bu fırsatı emin olun ki kaçırmayacağım.

Gericilik denilen kavrayış, çağdaşlığı her fırsatta zedelemeye çalışır. Çağdaşlık için yapılan uygulamalara, şeytan taşlıyormuşcasına sürekli bir taş atar. Bu insanların bir diğer özelliği dini kılıflara kendileri aşırı kaptırmalarıdır. Din denilen olgunun, insanları sürekli düzen içinde tuttuğunu savunur, dine aykırı bir şeyin, ki bu genellikle çağdaşlık olur, tümüyle savunulamayacağını savunurlar. Genel iradeleri bölünmez bir bütündür ve bunda şaşırmışlıklarının payıda büyüktür.

Demokrasi denilen ideolojinin verdiği hakları benimseyen, herkesin her istediğini konuşabileceğini savunan bu insanlar, görüldüğü üzere işlerine geldikleri alanda çağdaşlığı en büyük dost sanarlar ve bu anlamda da kendi paradokslarında boğulmuşlardır. Demokrasi Antik Yunan'da başlamış olabilir ama kesinlikle ideallerle ilerlediği için çağdaştır ve birçok yönden de (mesela dini anlamdan) birçok eleştiriye uğramıştır. Peki "Gerici Sınıf" nasıl bir sınıftır ?

Gerici sınıf işte böyle bir sınıftır: İşine geldiği zaman çağdaşlığa sıkıca bağlı, işine gelmediği zaman çağdaşlığı sonuna kadar reddeden. Bu reddedişte aslında gericiliğin tam anlamıyla şaşırmışlık olduğunu gösterir ki, biz şaşırmış insanlara pek güvenilmemesi taraftarı olduğumuzu burada sonuna kadar haykırırız. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ



22 Kasım 2007 Perşembe

Başörtülü olmak...

Başlığımın türban değil, başörtüsü olmasını tercih etmemin sebebi türban kavramının belli kesimler tarafından bilinçli yada bilinçsiz(!) farklı bir şekilde algılanıyor olmasındandır. Ama biz bu olayın içinde bulunan kişiler olarak biliyoruz ki ikisinin arasında aslında hiçbir fark yoktur. Amaçları her ikisininde aynıdır, bir emri yerine getirmektir. Ama bu işten çıkar elde etmek isteyen çevreler bir kısmı yanındaymış, bir kısmı karşısındaymış gibi davranarak bu önemli konu üzerinden siyasi rant elde etmeye çalışmaktadırlar. Ne yazık ki onlar bu ufak hesaplar peşindeyken nice nesiller kayboluyor, nice hayaller sönüyor ve nice hayatlar yok oluyor...

Bizim gibi gelişmekte olan bir ülke için bir üniversite öğrencisinin maliyetinin ne kadar olduğunu veya meslek sahibi olduğu halde bu ülke için hizmet edememenin ne kadar acı bir olay olduğunu hiç düşündünüz mü? Devletin yok saydığı, haklarını elinden aldığı; demokrasi ve insan hakları savunucularının da bu uygulamaya göz yumduğu ve onlarında görmezden geldiği bu gençlerin topluma nasıl bir birey olarak katıldıklarını ya da hangi karanlık zihniyetlerin bu gençleri kucaklayıp nasıl yetiştirdiklerini hiç düşündünüz mü? Laiklik ve Atatürkçülük kavramları arkasına sığınarak 12-13 yaşındaki İmam Hatipli öğrencilere terörist muamelesi yapıp, arkasındanda bu çocuklar bu kavramları niçin sevmiyor diye sorgulayamazsınız! Şu gerceğide gözardı etmemek gerekir ki devletin yapmış oldugu bu yanlış uygulamayı sağduyuya sahip aileler telafi yoluna gitmiş ve başarmışlardır.

Belli bir kesmin iddia ettiği gibi bu insanlar ne laikliğe ne Atatürk'e ne de Cumhuriyet rejimine karşı yada düşman değildirler. Elbette şunuda kabul etmek gerekir ki her düşüncede olduğu gibi bu kesimin içerisindede radikal düşüncelere sahip olanlar çıkabilir. Yok denecek kadar az bir grubu baz alarak bütün bir kitleyi aynı katagoriye koymak toplum açısından dogru sonuçlar doğurmamış, doğurmayacaktır da!

Büşra NAS

Türkiye'nin Son Yıllardaki Seçmen Analizi ve Yönetenler

Seçmen, seçim işini gerçekleştiren kitledir ve bu kitle demokrasinin öznesidir. Seçmenden ne anladığımızı söyleyecek olursak, bizde Giovanni Sortari gibi seçmenden sınırlı çoğunluğu benimsemiş bir halkı anlıyoruz; fakat halkımızın bunu ne kadar benimsediği konusunda da şüphelerimizi eksik etmiyoruz.

Sınırlı çoğunluk; salt çoğunluğun, gücünden doğmuş bir kavramdır ve bu kavram sınırsız (salt) çoğunluğun sınırlandırılması görüşünü savunur. Yani belirli bir nüfüs içindeki büyük sayının sınırsız karar verme yetkisini yadsır. Ona göre olması gereken azınlık (ki bu azınlık aslında garip bir şekilde fazlalıkta olabilir) haklarıyla sınırlandırılmış bir çoğunluk sistemidir.

Türk seçmeni de pek tabii ki bir çok devletin seçmeni gibi sınırlı çoğunluk ilkesinin değerini yadsır. Yadsıyanlarda nedense azınlıkta kalanlar değil çoğunlukta olanlardır; fakat unutulmaması gereken demokrasinin azınlıkları çoğunluk haline getirebilecek bir sistem olmasıdır.

Türk seçmeni (bu yazıda diğer devletlerdeki benzerlerini unutarak) sınırlı çoğunluk ilkesini bizce bilgisizlikten yadsıyabileceği gibi, bunu bilgililikten de yadsıyabilir. Yani bilip de bilmemezlikten gelebilir ve bu hiç bilmeyenden daha tehlikeli bir seçmen kitlesidir.

Kısacası Türk Seçmeni bu ve benzeri bir çok konuda bilgisizdir veya bilgilidir. Türk seçmenini belli başlı birkaç gruba ayırabilmek mümkündür. Bunlar;
  1. Siyasete ilgisiz kalmış ve bu ilgisini arttırmaya sıcak bakmayan eğitimsiz kesim
  2. Siyasete ilgisiz kalmış fakat bu (sorunu) aşmak isteyen eğitimsiz kesim
  3. Siyasete ilgisiz olan ve bunu arttırmayı düşünmeyen eğitimli kesim
  4. Siyasete ilgisiz olan fakat bu (sorunu) aşmak isteyen eğitimli kesim
  5. Siyasete ilgili olan eğitimsiz kesim
  6. Siyasete ilgili olan eğitimli kesim
  7. Siyasete ilgisi olan fakat bu ilgisini git gide yitiren eğitimsiz kesim
  8. Siyasete ilgisi olan fakat bu ilgisini git gide yitiren eğitimli kesim
  9. Siyasete olan ilgisini ne arttıran ne de azaltan eğitimli grup
  10. Siyasete olan ilgisini ne arttıran ne de azaltan eğitimsiz grup
Bu sınıflandırmayı yaparken, çok dikkatli davranmadım (ilginin ölçüm değeri olmadığını bilmek herhalde ki pek zor değildir); sebebi ise bu kadar çok grubun elbetteki siyasi (politik) anlamda yanlışlar yapabileceğidir ve bu yanlışları en büyük oranda giderme görevi de son tahlilde çoğunluğun seçtiği, yönetenlerdedir.

Yönetenlerin davranışı ise bir başka yazımınız konusu olmaya değecek kadar uzundur; fakat biz burada kısa keserek ve Sartori'den alıntılar yaparak diyebiliriz ki, (1) özgür bir kamuoyu için öğreti aşılamayan bir eğitim sistemi ve (2) etki ve haber merkezleri birden çok ve değişik olan genel yapı gerekir.

Bu genel yapı ise çoğunluk yönetiminin sınırlı olmasını istemeyen yönetimlerce sürekli geri planda kalır ve bu üstesinden gelinmesi gereken bir sorundur. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ

18 Kasım 2007 Pazar

Politika Dergisi'ne Kulak Verin

Büyük bir umutla gerçekleştirdiğimiz projemize destek veren, vermeyen herkese teşekkürü bir borç biliriz. Dergimize giren ziyaretçi sayılarına bakıp gerçekten mutlu olmaktayız. Daha çok yeni bir proje olmasına (kabul etmek gerekir ki birçok eksiklerine) rağmen sizlerden gördüğümüz bu destek bizi çok mutlu etti.

Dergimizin dizaynı hakkında bazı eleştirilerde gelmiyor değil. Bu eleştiriye şu şekilde yanıt vermek istiyoruz. Sitemiz bilgisayarınızda bu şekilde görünmüyorsa, tarayıcınız siteyi düzgün yansıtmıyordur. Sitemizin bu şekilde gözükebilmesi için lütfen tarayıcınızı güncelleyiniz. Bu da sorunu gideremiyorsa Mozilla Firefox veya İnternet Explorer 7.0 sürümünü indirmelisiniz. İndirmek için gerekli linki Soldaki Önemli Uyarı Başlığında Görebilirisiniz.


Dergimiz yeni bir proje olduğu için yeni yazılar yazma konusunda sıkıntılar çektiğimiz bir gerçek. Bu sebeple, bu işe gönül verebilecek yeni arkadaşlarımızı ve büyüklerimizi aramızda görmekten mutluluk duyacağımızı belirtir, hiçbir çıkar peşinde olmadan sürdürmeye çalıştığımız projemizde bize olan desteğinizi devam ettirmenizi dileriz. Teşekkürlerimizle,

Politika Dergisi

ABD Neden Türkiye'nin Yanında, İçinde ve Dışında ?


Coğrafi bakımdan birbirlerine bu kadar uzak, ama politik bakımdan bu kadar yakın işbirliği içinde olan ülke sayısı her halde çok azdır. Azın içinde bulunan bir ortaklıkta, (!) ABD - Türkiye ortaklığıdır. Bunda Amerika Birleşik Devletleri'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) önemli bir payı olduğu yadsınamaz. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye ile Rusya arasındaki sınır yakınlığını bildiğinden Türkiye ile yakın temaslar içinde bulunmaktadır. Bu ve benzeri bakımlardan ABD, Türkiye'nin yanındadır. Kısacası bölgede (ve dünyada) önemli bir askeri güce sahip olan Türkiye, ABD'nin bir anlamda işbirlikçisidir. Bu da Türkiye'nin ABD'ye anlamsız bir şekilde güvenmesine yol açar. Tabii bunda ABD'nin süper güç olarak gösterilmesi de yadsınamaz bir diğer gerçektir.

Kısaca kapital sistemin işleyişinden bahsetmek, az sonra değineceğimiz konuyu açıklamada bize yardımcı olacaktır. Kapitalizm şu anda uluslararası ekonomik sistemin temelin oluşturur. Kapitalizmin ne kadar adaletli bir ekonomik sistem olduğunu burada tartışmadan söylenebilir ki, uluslararası ekonomik sistemin dışında kalan devletler yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır (Sosyalist Rusya gibi). Ayrıca kapitalist sistem genelde özel (ve istenilmese de belli oranlarda kamusal) yatırımlar sayesinde işler. Doğal olarak ki, yatırımı yapacak özel kesim, yatırımlarını güvenli bir ortamda yapmayı tercih eder. Güven ortamının olmadığı; yani siyasi ve askeri istikrarsızlığın yaşandığı yerlerde kapitalist sistem varlığını yitirir. Bu da uluslararası ekonomik sistemden bir sapmayı ve tehlikeyi işaret eder.

Yukarıdaki paragrafta anlatılanları zihnimizde tuturak ve olayı sadece Türkiye'nin doğusuyla ilişkilendirerek şunları söyleyebiliriz;
  1. ABD, Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Doğu Anadolu Bölgesi'nde yaşanmakta olan terörü desteklemektedir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti ağırlığını (uluslararası ekonomik sistemden sapmamak için) bu bölgelere verecek ve gücünün önemli bir kısmını hem ekonomik hem de politik olarak bu bölgelere aktaracaktır. Bu da Türkiye Cumhuriyeti'nin gerçek gücünü bulmasını engelleyerek ABD'ye bağımlı hale gelmesine yol açacaktır.
  2. ABD, bölgede var olan karışıklığı gidermede Türkiye'ye zorluklar çıkartmaktadır. Sınır ötesi operasyonu engellemek ve benzeri tutumlar, ABD'nin bölgede karışıklığın devam etmesini istediğini gösterir. Bu hem bölgenin güvenlik seviyesini düşürecek hem de ABD'nin PKK denen örgüte bedava verdiği silahları Türkiye'ye para karşılığı satmasına neden olacaktır. Bir başka ifadeyle ABD, terörü destekleyerek Türkiye'ye askeri ürünlerini satacaktır. Silah üretmekten aciz olan Türkiye ise bu durumda ABD'ye bağımlı kalmaya devam edeektir.
  3. ABD, Türkiye tarafından kendisine kullandırılan İncirlik Üssü sayesinde bölgede piyonlarını rahatça hareket etme serbestisine sahip kılınmıştır. Bu da ABD'ye bağımlılığın bir başka göstergesidir.
  4. Türkiye bilindiği üzere Misak-ı Milli çerçevesinde, bazı yerlerin idealini kurmaktadır. ABD bu ideallern gerçekleşmemesi için bölgede bulunan düşman grupları desteklemektedir.
  5. Türkiye'nin bir diğer doğu sorunu Ermenistan'dır. İki günde bir Ermeni Sorunu'nu meclisine taşıyan ABD,Türkiye Cumhuriyeti'nin konuyla meşgul olmasını sağlayıp, bölgede iç huzursuzluk yaratma peşindedir. Huzursuzlukta hatırlanacağı üzere kapitalist sistemin çarklarını kırar.
  6. Bilindiği üzere Marmara Bölgesi Türkiye'de var olan yatırımların neredeyse tamamını oluşturur. Bölgenin güvenli olmasının bundaki payı büyüktür. Bu yatırımlar Türkiye'yi büyük ölçüde beslemektedir; fakat unutulmaması gereken nokta, bu insanların da bir yerden sonra isyan bayraklarını çekeceğidir. Çünkü yatırımı yapan kesim verginin de büyük bir bölümünü ödeyen kesimdir. Bu sebeple bu kesim, Doğu'da yatırımların olmasını istemekte; fakat güvenlik sorunu yüzünden gerçekleşmeyen yatırımlardan dolayı huzursuz olmaktadır. Bu da ABD'nin iç karışıklığı arttırıcı bir etki yaptığının göstergesidir.
Yukarıdaki maddeleri pek tabii ki arttırmak mümkündür; fakat biz yazımızın uzunluğunu makul tutma açısından burada sadece bunları vermekle yetineceğiz. Yetindiğimiz bu konu ABD'nin neden Türkiye'nin içinde olduğunun bir göstergesidir.

ABD Türkiye'nin neden dışında sorusuna ise kısa bir cevap vermek mümkündür. Petrol, BOP, içerideki düşman grupları dışarıdan da destekleme, geleceğin genç nüfusuna sahip en büyük devletine yakın olma.

Sonuç olarak; ABD'de Türkiye'nin hem yanında (!) ve içindei hem de dışındadır. Tüm bunlar ise aslında ABD'nin birçok faktörden Türkiye Cumhuriyeti'nin üstünde olmasından kaynaklanır. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için...


Gökhan DAĞ

17 Kasım 2007 Cumartesi

Şu Demokrasi Dedikleri...

Batı’nın Kant’ının, Marks’ının, Mozart’ının değil; despotluğunun, faşizminin, sömürgeciliğinin tüm ezilen ulusları kemirdiği çağlar… Şimdiki gibi renkli ekranlar üzerinde verilen tatlı afyonlarla da değil... Elindeki kapital kırbacıyla Viyana’dan doğuya, güneye doğru acımadan vurduğu çağlar... En hür olması gereken aydınların bile en iyi olasılıkla ulusunun iyiliği için manda seçeneklerini düşündüğü çağlar. Kimsenin bağımsızlığı aklının ucundan bile geçiremediği çağlar...

İşte bu yıllarda harap bitap olmuş, ulus olduğunun farkında olmayan, cesareti olmayan ama tarihi boyunca da kolay kolay boyunduruk altına da girmemiş bir millet... Savaşlardan savaşlara gidilmiş, ağır bir antlaşma ile her yeri zincirlerle bağlanmış bir millet...

Bu millet için değişik hizmetlerde bulunmuş, akıllı, ileri görüşlü, aydın, anti-emperyalist, ilerlemeci, çok yönlü bir asker... O korkulu günlerde herkesin en iyi olasılıklı manda arayışındayken, istiklal-i tam diyebilmiş bir asker. O yıkkın ulusu en zor şartlarda önce zincirlerinden kurtarıp, sonra yaşaması için gerekli gücü verebilmiş bir komutan... O yıkkın ulusa çağdaşlığı getirmiş bir başkan... Çağdaşlığı yaygınlaştırmak için il il dolaşmış bir başöğretmen... Düvel-i muazzama ya başkaldırmış bir kahraman...

Ve O, demokratik sisteme geçmek istemesine rağmen; en büyük demokrat o iken, yeterli şartların oluşmamasından(gerici olmayan Fethi Okyar’ın partisine bile gericilerin toplanması gibi...) ötürü tek partili sistemin Ebedi Şef’i... Ve o bir diktatör(müş)…

Yıllar yıllar geçmiş ve O’nun kurduğu okullarda okuyup, O’nun verdiği imkanlarla başa geçenlerin amansız aymazlığı mı, sapkınlığı mı, hayır! Hayınlığı...

O; cumhuriyete, ulusal egemenliğe inanırken diğerleri hilafetin, saltanatın peşindelerdi. Kim miydi bunlar bağımsızlık savaşı kahramanları Karabekir Paşa gibileriydi. Ama şimdi gelin görün ki 2.Cumhuriyetçiler(2.Tanzimatçılar mı desek?) emperyalizmi ve bölücüleri de arkalarına alıp konuşuyorlar. Gazi’nin kurduğu Cumhuriyet’i aşağılık bir sistemmiş, diktatöryel bir rejimmiş gibi anlatan, hilafetçilerin geleneğinden gelen neo-liberaller, neo-İslamcılar, fettullahçılar… Demokrasinin D’sini bilmeyen %47’yi görüp saltanatını duyuran gericiler... Ve bunlar demokrat, Kemalizm gericilik…

Dini siyasete alet ederek, odun, kömür dağıtılarak, medya satın alınarak, halk planlı bir biçimde cahil bırakılarak elde edilen %46,7 ve onun karşısında halkı özgür düşünmeye sevk eden, sanatı ve bilimi Anadolu’nun her köşesine yaymaya çalışan bir ideoloji. Hangisi mi gerici? Aydın Doğan ve Fettullah Gülen’den mi duymak istersiniz? Yoksa Aziz Nesin’den, Bahriye Üçok'tan ya da Uğur Mumcu’dan mı? Ya da en iyisi ön yargılarınızı bırakabildiğiniz kadarıyla bırakıp, kendiniz karar verin!

İşte böyle bir şeydir, şu demokrasi dedikleri… Demokratım diyene kılıç çekmeyeceksin, ona karşı olan varsa demokrasi düşmanı ilan edeceksin.

Emrah ÖZDEMİR

17 Kasım 2007'de Gündeme Dair Hissetiklerim


Türklere bakış açısı, diye bir açı vardır ve bu açının derecesi, iletkiyi elinde tutana göre değişir. Osmanlı'dan önce, Osmanlı'dan sonra hatta Osmanlı döneminde bile Türklerin Türklere bakış açısı sorgulanmıştır. Bu ise kendi içinde bir korkar olmuşluğu barındırır.

Biz hiç çekinmeden, dağda yaşamayı alışkanlık haline getirmiş insan ziyanlarıyla diplomasi kurduğumuzdan beri, zannedersem bizim Türkmenlere bakış açımız da değişti. Türkmen Liderini ülkemize almaz olduk, bunu buradan çıkartabiliyorum.

Biz bu aralar Cumhurbaşkanı ve (Cumhurbaşkanı'ndan Sorumlu) Başbakan'ın yaptığı otel ziyaretine alışır olduk. En yüksek oyu aldılar diye modern diktatörlük uygulayanlara, biz bugün bir şey söylemekten korkar olduk.

Ata'mızın Bursa Nutku'nu biz bugün unutur olduk. Günü kurtarmak için geleceğimizi tehlikeye atar olduk.

Biz bugün, 13-14 kişinin liseye giden bir kızımızı kaçırıp tecavüz etmesine sessiz kalır olduk.

Biz bugün kendi isteğimizle Kuzey Irak gibi bir yere giremez olduk.

Biz uzun zamandır eğitim sisteminin iyileştirilmesi gerektiğini unutup, yine bugün olduğu gibi türbanı konuşur olduk. Türbanı İslamı'ın 5 şartından biriymiş gibi gösterip dine küfrettik.

Biz bugün, önceden suçlanmasına rağmen beraat etmiş bir Mehmetçiğe, Hukuk Devleti ilkelerini çiğneyerek hain dedik. Biz bugün, ölseydi, Bayrağa sarılı gelecek olan o Mehmetçiğe (üstüne siyasi parti propagandasını yapacağımızı bile bile) hain dedik.

Biz bugün Milli Piyango Genel Müdürü'nü öldüren adamın neden onu öldürdüğünü sorguladık; fakat oraya nasıl silahla girdiğini bir kez bile gündeme getirmedik.

Biz bugün Avrupa Birliği için diplomasi yaparken, uyum için gerekli olan Millietvekili Dokunulmazlıklarının kaldırılmasının gündemde olmadığını gördük.

Biz bugün, Atatürk'ü her zaman olduğu gibi yine yanımızda görmek ister olduk.

Biz Cumhuriyet Mitingleri'ni (Parti Propagandası Yapılmamış Olmasına Rağmen), Başbakanımızca dışlanan insanları tekrar meydanlarda görmek ister olduk.

Biz bugün laikliğe küfür eden; ama şimdi laik geçinen siyasilere nasıl inandığımız anlamaz olduk. Bunu kabullenir olduk.

Biz bugün, Kuzay Irak'a girip girmeyeceğimize (ne hikmetse referandumdan önce) Bush değil Yüce Meclis karar verir diyipte sonra onun ayağına gidip izin isteyen siyasetçilere yine göz yumar olduk. Biz bir ara yine ne hikmetse 22 Temmuz'dan önce Bush'a Nato verip diklenen Sahte Kasımpaşa delikanlıları gördük.

Biz bugün A.B.D. Başkanı Bush'a, bizim Başkanımızmış gibi Başkan Bush diyenlere sesimizi çıkartamaz olduk.

Biz bugün yine ağzımızı kapatmadığımız için ölüm tehditleri aldığımızı unutmaz olduk. Biz yarın belki yine, bugün olduğu gibi, ölüm tehditleri aldığımız için gurur duyar olacağız. Teşekkürlerimle...

Gökhan DAĞ

15 Kasım 2007 Perşembe

Mübeccel Kıray ve Toplumbilim

Türkiye'den bir yıldız daha kaydı.

Sevenleri ve arkadaşları ona "Beco" derlerdi.

Adı Mübeccel Belik Kıray'dı.

* * *

"Soğuk Savaş" döneminin en baskıcı yıllarında Türkiye'de Toplumbilim öğrenmek ve öğretmek, araştırma yapmak için olağanüstü güçlüklere göğüs germişti.

Umudunu ve mücadele gücünü hiç yitirmemiş, bütün güçlüklerin üstesinden gelmiş, öncü araştırmalara ve kuramsal modellere imza atmış, çok değerli öğrenciler yetiştirmişti.

Adını dünya ve Türk toplumbilim literatürüne altın harflerle yazdırmıştı.

* * *

Yaşam arkadaşı, Dr. İbrahim Kıray, namı diğer "İbo", en yakın mücadele yoldaşıydı aynı zamanda.

Kızı Emine Kıray, Osmanlı Borçları hakkındaki mükemmel kitabıyla ün yapmış bir biliminsanıdır.

* * *

Yaşama bakışı ve Toplumbilim yaklaşımı "Marxist-diyalektik" ilkelere göre biçimlenmişti.

Çağdaş Toplumbilimin gereği olan "alan araştırmalarında" tabii ki uygulamacı, pozitivist, deneyselci yöntemleri ve teknikleri kullanırdı.

Elde ettiği bulguları, diyalektik yaklaşımla yorumlar, makro sentezlere bu biçimde ulaşırdı.

* * *

Türkiye'de Toplumsal Bilimler alanındaki iki eksikliği, bu sentezi ile aşmıştı:

Birinci eksik, sadece "kuramsal (teorik), spekülatif düşüncede" kalıp, ortaya konan varsayımları gerçek yaşamla test etmemekti.

İkinci eksik "alan araştırmalarının sonuçlarını" sadece bir fotoğraf gibi ortaya koymak ve makro bir çerçevede yorumlamamaktı.

Mübeccel B. Kıray işte kendi içlerinde çok yaralı ve verimli olan ama birbirleri ile ilişkilendirilmeyince eksik kalan bu iki çabayı birleştiren, bütünleştiren bir senteze sahipti.

Bu sentezci yaklaşım ona, hızla değişmekte olan Türkiye gibi ülkelerde (gecekondu olgusu gibi, arabesk müzik gibi) ortaya çıkan yeni ve geçici yapılanmaların gerçekçi ve bilimsel çözümlemelerini yapmak ve bilimsel açıdan kavramsallaştırmak olanağı vermişti.

Toplumbilimde, "bozuk", "yanlış" gibi değer yargılarına yer olmadığını bilen Kıray, hızlı değişmenin ortaya çıkardığı bu yeni ve geçici olguların, aslında toplum tarafından fonksiyonel bütünlüğü sürdürmek amacıyla üretildiğini görmüş ve onlara "Tampon Kurumlar" adını vermişti.

Böylece "din-tarım toplumlarının" yapısıyla, "endüstri-kent toplumlarının" yapısı arasında yeni bir "değişmekte olan toplum" yapısı modeli oluşturmuştu.

"İdeal modeller" bağlamında, hızla gelişmekte ve değişmekte olan ülkelerin, hem tarım hem de endüstri toplumlarından farklılığı üzerine, dünya ve Türk Toplumbilim literatürüne önemli bir katkıda bulunmuştu.

* * *

Üniversitede benim hocam olmadı.

Ama daha öğrenciyken, yaptığı alan araştırmalarına katıldım ve ondan çok şey öğrendim.

Akademik çalışma yapmaya başlayınca, Toplumbilime olan katkılarının farkına vardım.

Türk Toplumbilimcileri kitabımda onu inceledim.

Mübeccel Belik Kıray'ı tanımış ve onunla çalışmış olmaktan mutluluk ve onur duyuyorum.


Prof. Dr. Emre Kongar

Not: Bu yazı yazarın izniyle http://www.kongar.org/aydinlanma/2007/596_Mubeccel_Kiray.php adresinden alınmıştır.


21 Ekim'de Referanduma Evet Dedik; Ama !


Referandum sonucuna göre Türk Halkı referanduma evet dedi. Demokratik bir birey olarak, referandum sürecinin demokrasiye uygun olup olmadığını şimdilik görmezden gelerek, halkın tercihine saygı gösteriyorum. Demokrasi farklı görüşlerin yaşamasına olanak veren bir rejim olduğu için, saygı göstersem de olayları sorguluyorum. Bu sorgulama neticesinde ise bazı düşüncelerimi, ne kadar etki göstereceğini umursamadan, sizlerle paylaşıyorum.

Katılım oranın kesin olmayan sonuçlara göre % 60'lı oranlara ulaştığı bu referanduma evet diyenlerle yaptığım bazı görüşmelerde, neden evet dediklerini sorma fırsatını yakaladım. Bir çoğu halkın yönetime katılması için diye bir cevap versede önemli bir çoğuda AKP yandaşı olduğundan böyle bir seçim yaptığını benimle paylaştı. Şunu söylemek gerekiyor, her şeyden önce referandum partiler üstü bir nosyondur. Partilerin bu olaylara karışması onları baskı grubu yapar ki bu da siyasi parti teorisine bir oranda terstir.

Önecelikle referandum paketi sanıldığının üzere sadece Cumhurbaşkanını halkın seçmesini içermemektedir. Referandumda var olan konuları kısaca özetlersek;

1- 11. Cumhurbaşkanını halk seçsin. (Bu genel ibare referandum süreci başlamışken 12 cumhurbaşkanı olarak değiştirilmiştir.)

2- Meclis karar yeter sayısı 184 olsun. (367 Milletvekili toplayamama sorunu sebebiyle)

3- Genel seçimler 5 yıl yerine 4 yılda bir yapılsın.

4- Cumhurbaşkanı seçilen kişi var olan duruma göre 5 + 5 yıl görev yapabilsin.

Referandumda var olan kısa başlıklar aynen böyleyken, yapılan propagandalar genelde Cumhurbaşkanını halkın seçmesi yönünde yoğunlaşmıştır. Neye evet dediğini bile henüz bilmeyen daha doğrusu kavrayamayan halk ne yazık ki siyasal rejimin çarklarını büyük ölçüde zedelemiştir.

Düz ve bir o kadarda açıklayacı olan mantıksal kavrayıştan yola çıkarsak, Cumhurbaşkanını seçme zorluğu yaratan 367 yeter sayısını 184'e çeken bir referandum metninin amacını kavramakta epey zorlanırız. Meclisin seçimini kolaylaştırarak, seçimi meclis yerine halka yaptırmanın mantığı nedir, bunun sorgulanması gerekir.

Bu referandum halka bir dayatmadır. Yukarıda sayılan maddelerden birincisine evet deyipte, diğer maddelerden herhangi birini kabul etmemek pek tabii ki doğaldır; fakat maddelerden birine evet demek diğer maddelere de evet demek olduğu için, dayatma apaçık meydana çıkmaktadır.

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) referandum sürecini bir huku komedisine çevirmiştir. Demokrasiye evet, referanduma evet diye propagandalar yapan, siyasi iktidarın etkisi altında kalan YSK, oylama süreci başlamış bir metnin değiştirilmesinin verilen oyları etkilemeyeceğine hüküm vererek cehalet örneği sergilemiştir.

Bir şeyden haberdar olmak, onu bilmek demek değildir. İnsanların referandumdan haberi vardır; fakat bu konuda bilgisizdirler. Bu süreç onu göstermiştir. Siyaset Biliminin önde gelen akademisyenleri seçim sonuçlarından sonra başını eğerek bizim halka verecek neyimiz kaldı demiştir. Bunun sebebi siyaset bilimcilerin üstüne basa basa bu süreçte halkın hayır demesi gerektiğini söylemesi ve halkın bunu dinlememesidir.

Referandum sonuçlarına bakacak olursak, referandum sürecinin kimin işine geldiği apaçık meydandadır. Güneydoğu Bölgesinde yaşayan halk referanduma %95 oranında evet demiştir. Bunun nedeni sorgulanacak olursa, yeni Cumhurbaşkanı'nın kim veya kimler olabileceği akla düşer (Burada oradaki halkı kötü gösterdiğim lütfen anlaşılmasın, çünkü referanduma katılmayan büyük bir çoğunluk söz konusudur.).

Sonuç olarak, Türkiye; bilim dünyasını reddederek, demokratik haklarının çiğnenmesine göz yumarak, referandum paketinden bir haber olarak, referandum metnine evet demiştir. Sevinilecek olan tek nokta Türkiye yeni bir siyasi kavrayış ortaya çıkarmıştır. Halkın Cumhurbaşkanını seçtiği bir parlamenter sistem. Dünyayı güldürmek bizim bu konuda, inanın ki hakkımız değildir.

Diğer maddeleri de yakında yorumlayacağımı belirtirim. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için...

Gökhan DAĞ

14 Kasım 2007 Çarşamba

Kümesteki Tavuk Kim ?

Geçtiğimiz aylarda yapılan genel seçimlerden sonra oluşan tablo doğrultusunda mecliste yeni oluşumlar ve yeni yüzler ortaya çıkmış durumda. Meclisteki sandalye sayısına göre akp önceki döneme göre gücünü arttırdı. Chp seçimlerde hüsran yaşadı ve hala bu hüsranın oluşturmuş olduğu şoku üzerinden atmış değil. Meclise bu dönemde mhp ve dtp yeni yüzler olarak giriş yaptılar. Geçmiş dönemde beklenen muhalefeti yapamayan chp' nin kan kaybı yaşaması mhp ve dtp' nin (bağımsızlar olarak) mecliste sandalye kazanmalarına yol açtı.

Yeni oluşan bu tabloda muhalefet partilerinin sayısı çoğalmış oldu. Hükümetin önceki döneme göre bu dönemde biraz daha rahatsız edileceği görünmektedir. Bu dönemde en etkili muhalif parti olarak dtp gündemde. Gerek yapmış oldukları kongrelerle, gerek vermiş oldukları açıklamalarda hükümet ve Türkiye' ye karşı muhalefeti benimsemiş görünüyor.

Her fırsatta aldıkları yüzde % 47 lik oyu işaret ederek bizim 360 milletvekilimiz var diyen akp, dtp' nin bu muhalefeti karşısında neden çaresiz ve sessiz kalıyor düşündürücü doğrusu. Meclisteki sandalye sayısının fazla olduğunu ve bu bağlamda herşeyi kendisinin yapacağını savunan bu zihniyet pkk' nın meclisteki koluna karşı neden çare üretemiyor. Akp' nin bu tavrı akıllara şu sözü getiriyor ''kümeste de tavuklar fazla fakat horozun sözü geçiyor''. Meclisteki bu çoğunluk neden bu muhalif harekete ses çıkartamıyor? Demokrasi adı altında, artık açık bir şekilde fikirlerini ortaya koyan dtp resmen toprak istiyor, özerklik istiyor fakat kimse buna dur diyemiyor. Bakalım bu iş nereye kadar gidecek.

Mehmet Saim Som

13 Kasım 2007 Salı

Küçük Düşürücü Bir Politika Örneği

Bu yazı yazıldığında utanıyordum. Bu yazıdan sonra da hala utanıyor olacağım. Olayın boyutlarına değinmeden önce şunu belirtmek gerekir; siyasal statü bazı durumlarda sosyal statünün önüne geçer, geçmelidir. Bir işletme müdürü nasıl ki gidip kendinden yaşça büyük olan bir çalışanının elini öpmüyorsa (burada ahlaksal düşünmemek gerekir, örf ve adeti işin içine sokmaksa bir o kadar yanlıştır), bir devletin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı, hatta bu mevkilere yakın bir kişilikte bu şekilde davranmalıdır.

Türkiye'ye özgü bir özelliği olan politikacılar, politik propagandalarını yaparken, neredeyse halkın ayaklarının altını öperler; ama ne hikmettir ki istediklerini aldıklarında ayaklarını öptükleri halkı ayaklar altına alırlar. Geçtiğimiz günlerde de bunun çok net bir örneği verilmiştir.

Suudi Arabistan Kralı Abdullah (Efendi) ülkemizde, sanki bizim ülkemizin kralı olarak karşılandı, ki bizim ülkemizde krallık denilen bir kavram hiçbir zaman var olmamıştır. Kraldan çok kralcı bir yapıya büründüğümüz (herkesi katıyorum sonuçta o şahıs herkesin başbakanı, herkesin Cumhurbaşkanı - kovulmak istemeyiz ülkemizden) geçen haftada bir politik skandala imza atılmıştır.

Resimde de görüldüğü üzere, BİZİM (Cumhurbaşkanından sorumlu) Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımız, Suudi Arabistan Kralı olan Hazreti ortalarına almışlar, o kral bozmasının resmi altında oturmuşlar. Yüzünden gülücük eksik olmayan Cumhurbaşkanımız yine gülerek, kralın otel odasında. Resmin her yerinden hiyerarşi akıyor. Bu resim bir saygısızlıktır. Eski Başbakanlarımızdan rahmetli Bülent Ecevit, Amerika Başkanı'nı karşılarken yaşlılığından sendelediğinde, Başbakanımızı rezil etmiştik. Şimdi ülkemizin bugün ki durumuna bakın.

Otel odasında ziyaret edilen Suudi Kralı'na hediye olarak, Devlet Şeref Madalyası takılmıştır. Bu insan kimdir ve neden şeref madalyası takılmıştır ? Bu konudaki kanun hükmü açıktır: "Türkiye Cumhuriyeti'nin bekası, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü, toplumun huzuru birlik ve beraberliği içi yurt içinde ve yurt dışında üstün feragat, fedakârlık, başarı ve yararlılık gösteren kişilere..." Devlet Şeref Madalyası verilebilir. Bu Kral, bunlardan hangisini yapmıştır.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bush'a, kısa olsun diye (sanki bizim Başkanımızmış gibi) Başkan Bush diye hitap eden, Devlet Büyüklerimiz bu Kralı da resmen bizim Kralımız ilan etmişlerdir.

Gelen tepkiler üzerine BİZİM Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül, Suudi Kralı'nın yaşı yüzünden yanına gidildiğini (Yazının başında verdiğim kısa anekdotu hatırlayın lütfen) söylemişlerdir. Peki Ben Cumhurbaşkımıza soruyorum. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'in neden ayağına gidilmemiştir , Şimon Peres Arap Kralı olan, pirinci elle yiyen bu insandan büyük değil midir ?

Cumhurbaşkanlığı Makamı bu devletin en üst makamıdır. Dış İşleri Bakanlığı'nı devam ettiriyor olsa bile, bu şekilde davranmaması gereken bir siyasi elit Cumhurbaşkanı iken nasıl böyle davranabilmiştir.

Gelen tepkiler üzerine köşk, bu şekilde bir davranışın usulde var olduğunu söylemiştir. Peki bunu kabul edelim. O zaman bir soru soralım bu usul neden başkalarına uygulanmıyor ? Bu soruya da köşk, Suriye Devlet Başkanı'na da bu şekilde davranıldığını söylemiştir. O zaman Suriye Devlet Başkanı sanırız ya yaşından oldukça genç gözükmektedir ya da nüfusa büyük yazılmıştır. Yoksa her iki Devlet Başkanı da Müslüman diye mi ayaklarına gidilmiştir ?

Son bir şey, eğer bu adam ülkemize yatırım yapacağı için ayağına gidildiyse, söylemek gerekir ki; Devlet onuru parayla satılmaz.

Gökhan DAĞ

10 Kasım 2007 Cumartesi

İkinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasi Türkiye

Çoğu çevrelerce bilinmediği üzere Türkiye Cumhuriyeti 2. Dünya Savaşı'na katılmış bir ülkedir; fakat biz burada Türkiye'nin söz konusu savaşta yaşadığı dış politik gelişmelere değil (dış borçlanma hariç), iç politik meselelere değineceğiz. Savaş öncesi ve sonrası politik gelişmeleri ise çok partili hayata geçişten öncesi ve sonrası olarak irdeleyeceğiz.

Savaştan önceki yıllarda, daha Atatürk hayattayken Türkiye Sevr Antlaşmasına oranla daha çok kabul edilebilir bir Antlaşma olan, Lozan Antlaşması'na imza atmıştı. Bu antlaşma esnasında, istediklerini alamayan Batılı Devletler, istediklerini içeren bir belgeyi ellerinde tutmuşlar ve Türkiye'nin er ya da geç kendilerine muhtaç olacağını ve Lozan'da alamadıklarını o zaman alacaklarını söylemişlerdi. Bunun üzerine Türkiye, elinden geldiğince kendi olanaklarıyla yetinmiş ve söz konusu batılı devletlerin kapısını hiç çalmamışlardı. Bu durum Türkiye'nin uluslararası arenada güçlü bir devlet olarak anılmasına yol açacaktı.

10 Kasım 1938'den kısa bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı'nın, 1. Dünya Savaşı'ndan beri atılmaya devam eden çimentosu kurumaya başladı. Atatürk'ün ölümünden sonra, Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü savaşa girmemeyi düşünmüş; fakat kendisini ekonomik kısıtlamalarla sağlama almaya çalışmıştı. Bu dönemde tasarruf politikaları izlenmişti. Üstelik bu politikalar halkın büyük tepkisine rağmen yapılmıştı.

Savaşın sonlarına doğru aynı dönemlere rastlayan, çok partili hayata geçiş döneminde, CHP o zaman ki tasarruf politikaları sebebiyle iktidarını Demokrat Parti'ye kaptırdı. Demokrat Parti Halkçı, Köylücü, söylemleriyle, CHP'nin tasarruf politikasını eleştirdi. Nihayetinde DP İktidarı Türkiye'nin geleceğini belirlemeye başladı. DP iktidara geldiği zaman tasarruflarla birikmiş bir devlet hazinesinin sahibi oldu. Gerçekten de halk ne istediyse yaptı; çünkü elinde mükemmel bir kaynak vardı: "Savaş korkusuyla tasarruf edilmiş bir yığın para ve altın".

Halkın her istediğne iktidarı kaptırmamak için evet diyen DP iktidarı bir süre sonra kasanın boşaldığını görünce, dış borç almaya başladı. Halkın istekleri sınırsızdı; fakat devlet kasası sınırlıydı. İşte tüm bunlar dış borçların alınmasını gerektirdi. Alınan dış borçlar sonrası Batılı devletlerin Lozan'dan bu yana sakladıkları istekler gün ışığına çıkmaya başladı.

Sonuç olarak bugünün Tükiye Cumhuriyeti'ne o zamanın koşullarını dikkate alarak bakmak gerekir. Artık Türkiye Cumhuriyeti Kuzey Irak gibi bir coğrafyaya dış güçlerin isteğine göre girip girmeme kararını verecek bir ülke olmuştur. Burada kesinlikle DP politikalarını suçladığımız düşünülmesin; fakat bu durumun başlangı olarak DP sayılabilir. Sorun aslında daha çok başlangıcı yapan da değil, bu durmun devam etmesine göz yumanlardadır. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız için.

Gökhan DAĞ

Seni Çok Özledik !


Bugünün önemi tarihte malum. 10 Kasım 1938 tarihinde aramızdan ayrılan Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün, 69. ölüm yıl dönümü. Yüce Türk Milleti'nin acısını baylaşıyor, şu kritik günlerde kendisini büyük bir özlemle anıyoruz. Emanet ettiğin vatanın bekçisiyiz. Nur içinde yat.

Türk Milleti'nin başı sağolsun. Seni çok özledik Ata'm...

Politika Dergisi

7 Kasım 2007 Çarşamba

Biz Olabilmek

Başlarken...

Merhaba, sayın okuyucular. Ülkemizde ve dünyada gelişen olaylara, gündeme dair uçsuz bucaksız sanal dünyada bir çentik atmak için burda bulunmaktayız. Bu proje, umarım size bir doyum verir ve katılımın artmasıyla çentiğimiz büyür. Şimdi gelelim ilk yazımızı sizlere sunmaya..

*********

BİZ OLABİLMEK


TV'de bayan sunucu konuşuyor: Türk halkı... Haberci belirtiyor: Türk bayrağı ya da Türkiye bayrağı.. Orhan Bey konuşuyor: Türkiyeliyim..

Günümüzde azan terör olaylarından geriye doğru baktığımızda; Sayın Erdoğan'ın "Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı" üst-kimliği söylemi olsun, AB'nin Güneydoğu ve Doğu'ya karşı farklı tutum izlemeleri olsun, her ne kadar son zamanlarda görüşmeler olsa da; birçok PKK asilerinin de itirafları, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt'ın daha önce üstü kapalı bir biçimde ABD'nin desteğini bildirmesi ve bunlara benzer birçok olay üzerine ABD'nin terör örgütüne yardımı olsun, Türkiye'de hem sağdakilerin hem soldakilerin "biz"den yoksun tutumları olsun....

Önce Türkiyelilik konusuna eğilmek istiyorum. Ülkemizden bahsederken bimem ne apartmanından bahseder gibi bahsetmek beni rahatsız ediyor. Sıradan Tv adamlarının sanki Türkiye-dışı ya da Türkiye-üstü bir konumdaymış gibi davranması bana çok ukalaca geliyor. Olayı şoven ulusçuluğa indirgemeden buranın bizim, burdakilerin de "biz" olarak kabul edilmesi gerekiyor..

Ayrıca bu konuyla ilgili olarak, laiklik konusunda da etmek istediğim birkaç söz var. Laikliği sadece devlet kurumlarında bir rozet, bir bayrak, devrim tarihi terslerinde 6da 1 gibi görünmesi oldukça yanlış. Ülkemizde laik kesim diye anılan bir kesim var. Böyle saçmalık olur mu? Laik kesim ne demek? Fransa'da laik kesim diye bir zümre var mı? Vardı da bizim mi haberimiz yok? Laikliğin ulus olabilmenin en vazgeçilmez şartı olduğunu, insanların dinine göre, mezhebine göre ayrılmasının engellenmesinde en önemli koz olduğunu unutan politikacılar bu ülkeye karşı -bilerek veya bilmeyerek- affedilmez hayınlıklar yapıyorlar. Seçim sonuçlarına baktığımızda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde dinin baskın çıktığı yerlerde AKP, etnik ırkçılığın baskın çıktığı yerlerde ise DTP'nin çok oy aldığını görüyoruz. Bu, hala bu bölgelerimizin merkeze bağlılığının din faktörüyle bağlantılı olduğunu gösteriyor. Ancak bu kadar keskin çizgilerle anlatmamız yanlışlık doğurabilir. Halen yarı feodal toplum görünümünde olan bu bölgelerimizde ağa etkeninin de çok önemli olduğunu belirtmemizde fayda var.

Büyük Atatürk'ün, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir." sözünden hareketle halk temelli bir ulus olduğumuzu vurgulamak isterim. Halkların kardeşliği bir bütün çerçevesinde ulusumuz bünyesindeki halkların kardeşliğiyse; evet kardeşiz. Ama olayı etnisiteye dayandırarak bu durumdan da vazife çıkaran varsa; bu bölücükle eş değerdir. Çünkü Türkiye Türk ve Kürt bileşiminden oluşmuş değildir. Yüzlerce yılın; Sümerlerin, Hititlerin, Selçukluların, Osmanlıların taşıyarak getirdiği, Atatürk'ün uluslar arası modernizme uygun olarak çevirmek istediği bir uygarlıktır. Eğer iş, Türk-Kürt ayrımına gelmişse, zaten psikolojik olarak bir bölünme gerçekleşmiş demektir. Türkiye'de tek küçük etnik yapı Kürtler de değildir. Türk-Kürt olayına indirgediğimizde Kürt harici diğerlerinin Türk ırkından(millet değil) olduğu anlaşılıyor demektir. Her türlü bir faşizm, her türlü bir ırkçılık kapımızdadır.. Hem Kürt ayrılıkçı ırkçılarının, hem de Türk Nazilerinin yoğun çabalarıyla... Bu kanlı sorun üzerinden garip politikalar yapmak, oy avcılığı peşinde olmak, Mustafa Kemal Paşa'nın tüm dış ve iç düşmanlara karşı zorlukla yerli yerine oturtabildiği, Türk Ulusu ve Türk kavramını yerinden oynatıp, günlük siyasete alet etmek ancak ve ancak gerçel sorunlarla yüzleşemeyecek, tutarlı bir politikası veya ideolojisi olmayan partilerin işine gelir. Kısacası MHP, DTP ve iktidar partisine..

Bir sonraki yazıda buluşmak üzere, hoşçakalın..
Emrah ÖZDEMİR

6 Kasım 2007 Salı

Çok Yakında Sizlerleyiz.

Öncelikle Politika Dergisi adını verdiğimiz sitemize giriş yaptığınız için çok teşekkür ederiz. Her türlü politik düşünceye saygısı olan, bundan sonra da olmaya devam edecek bir toplum temennisi ile yola çıktığımızı belirtiyoruz. Bu toplum temennisine ise her türlü politik düşünceye, Politika Dergisi'nde yer vererek ulaşmaya çalışıyoruz. Bu bakımdan Politika Dergisi, politik gündemi yakından takip eden, objektif bir düşünceye sahip yazar kadrosuna ulaşmayı hedef edinmektedir. Kişilerin kendi politik düşüncesinden sorumlu olduğu, bu politik dergi, kendine, toplumsal farklılıkları özümsemiş yazarlar aramaktadır.

Bu bakımdan kısa bir süre sonra yayın hayatına başlayacak olan dergimize, sizin gibi değerli yazarları bekliyoruz. Sizde sitemizde yazmak istiyorsanız, size 2 yöntem sunuyoruz. Bunlar;

1- Kadrolu bir yazar olup sürekli yayınlar yayınlayabilirsiniz. Yazılarınız siz istediğiniz anda yayınlanır. Bunun için politikadergisi@gmail.com adresine; kendinizi detaylı olarak tanıtan bir mail atınız.

2- Kadrolu bir yazar olmak istemiyorsanız, sürekli yazı yazmak için gerekli zamanı bulamıyorsanız ve benzeri sebeplerle sürekli yazılar yazamayacaksanız, yazmış olduğunuz tüm yazılarınızı politikadergisi.yazar@blogger.com adresine yollayabilirsiniz. Lütfen yolladığınız yazılarda isim soy isim belirtmeyi unutmayınız. İsim soyisim belirtilmeden yazılan yazılar 2 gün bekletildikten sonra, eğer bu süre içinde halen bize isim soyisim belirtilmezse anonim olarak yayınlanacak ve yazar, yazısı hakkında hak talep edemeyecektir.

Yazar olma konusundaki kuralları belirttikten sonra birkaç detaya daha değinmek gerekir. Bunlar;

1- Yazar kadrosunda olsun veya olmasın kişilere yazdıkları yazılardan ötürü telif hakkı ödenmez. Ücretsiz bir sunucu üzerinde açılan bu dergi, tamemen gönüllülük esasınca oluşturulmuştur. Herhangi bir ticari nitelik taşımaz.

2- Sitede yer alabilecek reklamlardan edilebilecek gelirler tamamen hayır kurumlarına devridelecektir. Devredilen miktarın faturası sitede yayınlanacaktır.

3- Bu kurallar üstünde söz konusu kurallar değiştirilmemek kaydıyla, yeni ek kurallar getirilebilir. Bu kuralları getirme serbestisine site yönetimi (Tüm Yazarlar ve Editörler Kurulu) karar verecektir.

4- Politika Dergisi'nde yazar olan ve/veya yazılarını yollayan herkes bu kuralları kabul etmiş sayılır.


Politika Dergisi Yönetimi Adına; Gökhan DAĞ

http://politikadergisi.blogspot.com

Yazı Hakkındaki Yorumunuzu Bırakın

© Blogger Templates | Tech Blog