Yeni Sitemizde Yayındayız

Politika Dergisi Sayı 15

href="http://www.politikadergisi.com/sites/default/files/PD15.zip">Politika Dergisi Sayı 15'i İndirmek İçin Tıklayın.

 

31 Ocak 2008 Perşembe

Büyükanıt'ın "Ergenekon denilen operasyon" ifadesi ve ABD'nin talebi!

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Makedonya Genelkurmay Başkanı ile görüşmesi sırasında Genelkurmay karargâhında basın mensuplarına açıklama yaparken, “Ergenekon denilen operasyon” ifadesini kullandı.

Büyükanıt, bu ifadeyle Ergenekon kavramının operasyon adı olarak seçilmesinden rahatsızlığını belirtmiş oluyor. Fakat tabii ki “Her toplumda yasa dışı yollara giden insanlar çıkabilir. Bunların yaptıkları yargı önünde görüşülür ve yargı kararını verir. O da uygulanır.”
Büyükanıt, “Benim burada söylemek istediğim; bu konuyla ilgili başka bir şey var” diyerek, operasyonu Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratma kampanyasına dönüştürenlere cevap verdi:
“Her fırsatta, bu tür ortaya çıkan bir şeyleri Silahlı Kuvvetlerle ilişkilendirme çabaları geçmişte de olmuştur, şimdi de oluyor. Türk Silahlı Kuvvetleri bir suç örgütü değildir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde hata yapan, gereğini, yargı önünde cezasını çeker. Onun için beyhude gayretlerle bu tür şeyleri Silahlı Kuvvetlerle ilişkilendirmek beyhude bir çabadır. Bir suç varsa bunun karşılığında bir ceza da vardır. Bu cezayı verecek olan da yargıdır. Kişiler değildir.”

***
Ergenekon, Türklerin iki genç kalıncaya kadar yok edilmesi, ama 400 yıl içinde evlenip çoğalarak eski gücüne kavuşmasını anlatan bir destan. Atatürk döneminden bizim çocukluğumuza kadar da birinci sınıfta okumayı yazmayı öğrenen ilkokul öğrencileri için ’İkinci Sınıf Türkçe Okuma Kitabı’nın ilk sayfalarına yerleştirilen bir destan!
O kitapta başka neler vardı? Oğuz Kağan destanı vardı, Ziya Gökalp’in “Kızılelma” şiiri vardı!
Kızılelma, Türklerin ülküsü demektir! Fakat Radikal gazetesi tarafından siyasallaştırıldı ve günümüzdeki milliyetçi ulusalcı yakınlaşmasına yakıştırıldı. Radikal, bu yakınlaşmayı terörize etmeye çalışan bir grup için bu kavramı kullandı!
Ergenekon, ilkokuldaki bir Türk çocuğunun tarih bilincinin oluşmasında ilk adımdı! Demek ki Ergenekon ve kızılelma kavramlarıının kirletilmesi, Türk kimliğine yönelik psikolojik bir saldırıdır. Türklüğe saldırıdır!

***
Gerçi Ergenekon kavramı öteden beri, derin devlet olarak gösteriliyordu. Hatta, Türkiye’deki NATO güdümlü komünizmle mücadele operasyonunun genel adı olarak da kullanıldı. Fehmi Koru, bu duruma işaret ettikten sonra, şimdiki Ergenekon’un tasfiyesinin 5 Kasım’da Tayyip Erdoğan-George W. Bush görüşmesinde kararlaştırıldığını söyledi!
Demek ki Ergenekon veya başka bir ad ile olsa bile veya örgüt söz konusu olmasa dahi, söz konusu faaliyetlerden en çok rahatsız olan güç ABD derin devletidir!
ABD Başkanı’nın düğmesine bastığı bir operasyonda polisin Ergenekon adını kullanması manidardır!
Denilebilir ki, “Bu adı kullanan polis değil, sanıklardır!”
Hayır, öyle değil! Sanıklardan emekli tuğgeneral Veli Küçük, Ergenekon kavramını bir konuşmasının sonunda Türklerin en kötü şartlardan nasıl çıktığını izah etmek için kullandı diye, her türlü suçla bağlantılı gösterilen ve “çete” iddiası ile mahkemeye sevk edilen bir gruba Ergenekon adı verilmesi, Türk Milleti’ne operasyon yapıldığı fikrini doğurur. Bunun tahribatı da çok ağır olur, sonuçları da!
Bu bakımdan, Büyükanıt’ın “Ergenekon denilen” ifadesine dikkat edilmesinde fayda var!
Çünkü hepimiz Ergenekon’dan geldik! Soruşturmayı yapan polisler de Ergenekon’dan geldi!
Operasyonun düğmesine ABD basmış ve hedefteki asıl güç TSK ise konuyu herkesin bir defa daha değerlendirmesinde fayda var!
Çünkü, TSK’ya operasyon, Türklerin Anadolu’dan atılması sonucunu doğurur ki, yeniden Ergenekon şartlarına dönmüş oluruz!Yoksa operasyona bunun için mi Ergenekon denildi?


Arslan Bulut

Dark Side Of The AKP (AKP'nin Karanlık Yüzü)

Karanlık işlerin partisi…

Her yaptığından farklı anlam çıkan bir parti…

Bugün Türkiye’de hükümet görevini sürdüren partinin resmidir.

..görünmeyen yüzünün resmi…

Gösterilmeyen yüzü desek daha doğru olacak.

AKP, görünen yüzü itibariyle dinini yaşayan ama modern olmak isteyen bir parti görüntüsü çiziyor. Bu manzara da vatandaşımıza elbette hiç rahatsız edici gelmiyor.

Ancak işin iç yüzüne baktığımızda hiç de öyle değil…

Türban meselesi ortaya atılıyor, bir bakıyorsun arkada vakıflar yasası çıkıyor. Millete deniyor ki; “Biz, kimsenin yapamadığını yapıyoruz. Bizden Müslüman yok.”

Öte taraftan yabancı güçlere memleketi emanet edecekleri, Soros gibilere müdahale fırsatı verecekleri, yabancı cemaatlerin rahatlıkla toprak elde edebilecekleri bir yasa çıkarıyorlar.

Müslümanlık mı bu? Eşimiz türbanlı ya… Bizden Müslüman’ını mı bulacaksınız?

Tayyip Bey’in ABD ziyaretinden sonra Türkiye’de gündem değişti. Ergenekon adlı operasyon, türban olayı, vakıflar yasası, sınır dışı operasyon… Bu olayların ABD ziyaretiyle ilgili olmadığını savunmak pollyannacılıktan başka bir şey değildir. Hangileri taviz hangileri rant onun kararını da siz verin.

Vakıflar yasası ihanetin belgesidir. Lozan’a tamamen ters bir durumdur. Türkiye’nin kuruluş mentalitesine aykırıdır.

Milliyet’in web sitesinde an itibariyle bu konuya ilişkin hiçbir haber bulunmamakta. Siyaset bölümü ise türban merasimleriyle dolu... Bu işte bir iş var!..

Bu iş TBMM’de görüşülürken yıllardır Türkiye’ye uğramayan Yunan Başbakanı Karamanlis Türkiye’ye uğruyor. İlginç mi?

Halifeliği kaldırıp ulusal devlet olan Türkiye’de Ortodoksların halifesi mi yer alacak?

Nerde kaldı laiklik? Nerde kaldı bağımsız devlet? Nerde Lozan?

Türbana sarılmış bir Ermeni-Rum-Soros atağına da kandın.

Helal olsun Türkiye, helal olsun Doğan medyası!...

Sen hâlâ türbanla, sıkmabaşla uğraşadur, elinden bayrağını almadıkları kaldı.

****************************

Bilirsiniz, biz Ay’ın sadece Güneş ışığının aydınlattığı kısmı görebiliyoruz. Karanlık yüzünde ne olur biter, bilemeyiz.

Sözün özü, medya feneri Aydın Doğan ve Fettullah Gülen’in elinde olunca biz de AKP’nin sadece bir yüzünü görebiliyoruz. Bazen görmekten ötesi gerekir;

Anlamak…

Emrah ÖZDEMİR

30 Ocak 2008 Çarşamba

İhsas-ı Rey'in Organlara Dağılışı ve Sonuçlar

İhsas-ı rey bu zamanların moda kavramı olmakla beraber en genel anlamda oyunu önceden belli etme anlamına gelir. Gizli oy ilkesiyle çelişik görünen bu kavram aslında sanıldığı kadar gizli oy ilkesiyle çelişik değildir; çünkü gizli oy ilkesi demokrasiler içinde var olabiliyorsa, fikrini açıkça savunmakta demokrasilerde var olduğundan, aslında çelişiklik bir bakıma anlamını yitirmiş olur. Kısacası gizli oy ilkesinin var olduğu (ki olmak zorundadır) bir demokraside, demokrasinin doğası gereği ihsas-ı rey yok sayılamaz.

Göründüğü üzere ihsas-ı rey taraf olmak anlaşılmaktadır. Türban konusundaki yaşanan tartışmalar sonrası hatırlayacağınız üzere, yargı organı (kuvveti) türbana karşı olduğunu açıklamış ve Sayın Başbakanımızca ihsas-ı reyle suçlanmıştı. Başbakan ihsas-ı reyi yargı organına yakıştıramamıştı. Kısacası Başbakanca yargı, görevinden sapan bir organdı ve amacı öz amaçlarıyla tutarsızdı.

Sözlerimizi dikkatli seçerek Başbakanımızın yaşanan olayı nasıl saptırdığını göstermeye çalışalım; çünkü bir anlam bulanıklığı yazımızı haksız kılabilir. İşte Başbakanımız da kendince bir anlam bulanıklığı yaratarak kendisini ve türbanı masum göstermeye çalışmıştır. Kuvvetler ayrılığı ilkesini burada oturup açıklayamayacağımdan size sadece şunu söylemek istiyorum: Kuvvetler ayrılığı olan bir rejimde kuvvetlerin kendilerini ifade etmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Ayrı kuvvetlerin İhsas-ı rey davranışındaki taraflılığı sadece ülke çıkarları adına olabilir.

Yürütme organının ikili yapısından biri olan Bakanlar Kurulu, nasıl ki, türban konusunda taraf olabiliyorsa (ki bunun ülke çıkarlarıyla bağdaşan tarafını ben kendimce bağdaştıramıyorum), yargı da türban konusunda, türban taraftarı olmayabilir. Başbakan ve dolayısıyla güdümündeki (!) Bakanlar Kurulu türbanı ülke çıkarlarıyla özdeşleştirdiği için, bu özdeşleştirmeyi benimsemeyen kurumları ihsas-ı reyle şuçlamışlardır.

Yargı ülke çıkarlarını hukuka bağlılıkta görür ve bu görüş yargının en doğal görüşüdür. Ortada türban konusunda alınmış olumsuz bir karar varsa ve bu kararı da belirli yargı organları vermişse, diğer yargı organlarının ve o kararı veren yargı organının, söz konusu karardan taraf olmasından daha doğal bir şey olamaz. Evet bunun adı ihsas-ı reydir ve bu ihsas-ı reyi çok olumsuz bir şeymiş gibi herkes haddini bilecek diyerek açıklamalarda bulunmak cahil kandırmaktan farksızdır. Bu yargıyı hedef göstermekten başka bir şey değildir.

Başbakanın yapmış olduğu bu davranış sorgulanmalıdır. Bu ülkede herkesin gücü yettiğine konuşmasından doğabilecek kaos ortamının sorumlusu kimdir?

Gelelim kritik sorulara, türban serbestisinden taraf olduğunu binlerce kez açıklayan, hatta eşini türban serbestisi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yönlendiren bir Cumhurbaşkanı acaba ihsas-ı rey(in Kralını) yapmış mıdır, yapmışsa Başbakan kendinden taraf olduğu için mi Cumhurbaşkanını ihsas-ı rey yaptı diye suçlamamaktadır?

Kuvvetler Ayrılığı İlkesi, kuvvetlerin birbirlerinden üstün olmadığı kriterine de dayanıyorsa, Başbakan'ın yargı görüşünü açıkladığı diye onu tehdit eder gibi "haddini bil" demesi, ne kadar demokratiktir?

Demokrasi sadece türban değildir ve bu demokrasi sadece türbanlılara özgü de değildir. Türban uğruna demokrasinin kurumlarına bu şekilde davranmak demokrasiyi sadece baskıcı bir rejime dönüştürür ve bu inanın bana türbanlı olanların bile zararınadır.

Teşekkürlerimi sunar bu hükümetten taraf olmadığımı belirtirim, işte ihsas-ı rey budur ve emin olun ki ülke çıkarlarınadır.

Gökhan DAĞ

Demokrasi Çarkı

Yüzbinlerce insanın bulunduğu büyük bir meydandaydım. Yüksek bir kürsüde üzerinde tarihi bir kıyafet olan yaşlı birisiyle, on beş yaşlarında yüzü pırıl pırıl olan bir çocuk bulunuyordu. Kalabalığa rağmen öylesine etkili bir sessizlik vardı ki, gerek kuşların ötüşü gerekse ağaçların hışırtısı duyulabiliyordu. Yer yer öksürük sesleri ve hapşıranlar dalgalar halinde bu ahengi bozuyorlardı.

Yaşlı adam kürsünün önüne iyice yaklaştı ve kalabalığa doğru eliyle işaret ederek : «sen gel!» diye seslendi.

Yüzlerce kişi ellerini göğüslerine dokunarak «ben mi?» diye cevap vermeye çalıştılar. « Hayır; mavi gömlekli arkadaşımızı davet ediyorum.» dedi. «Olamaz...» diyordum kendi kendime. Tarif edilen kişi bendim. Zaten yanımda bulunan kişiler de beni uyararak « seni çağırıyor...» diyorlardı.

Kalabalığı yararak yarım saat içerisinde kürsüye ulaştım. Herkes dikkatlice bana bakıyordu. Dedim : «Burada herhalde bir tiyatro gösterisi olacak... ama bu adamcağız beni neden binlerce kişi arasından çağırdı?»

Önce elinden öpmek istedim, izin vermedi. Bana sarılarak yanaklarımdan öptü. Sonra kalabalığa seslenerek «size biraz tuhaf gelecek ama bugünün özetini yapabilecek, zamanı irdeleyebilecek kişilerden biri de bu arkadaşımız... Şimdi size hitap ederek hiç olmazsa gelecek için yerinde kararların alınmasına katkıda bulunacak. Ben kendisinin haberi olmasa dahi yıllardır çalışmalarını takip ediyorum.»

Bana mikrofonu vermişti. Konuşmaya başladım :

Sevgili büyüklerim, kıymetli kardeşlerim ben bu kürsüye gelerek sizlere hitap edeceğimi hiç aklımın ucundan geçirmiyordum.

Biliyorsunuz ki hepinizin ortak düşünceleri ve duyurmak istedikleri endişeleri var. Millet olarak ihtilallerle, haksızlıklarla ve dış mihraklı terör hadiseleriyle etkisiz hale getirildik. Seçim zamanları bizden üstün olduklarına inandığımız insanları sık sık meclise gönderdik. Tabii havamızı aldık. Hayal kırıklığı bir yana, seviye, tahsil ve tecrübe gibi meziyetlerini gözönünde bulundurmadığımız için onlar bize tepeden bakmaya çalıştılar. Söz verdiler yerine getirmediler, milletvekili seçildiler yanımıza dahi gelmediler. Onların yüzlerini seçimden seçime görebildik. Yani biz ne ektiysek onu biçtik.

Ben aklımdan şunları geçirdim hep... Demokrasi halkın kendi kendini idare ettiği bir yönetim şekli değil... Zenginin, hırsızın, güçlünün söz sahibi olduğu ; fakirin, güçsüzün ve samimi insanların etkisizleştirildiği hatta ezildiği bir kurnazlık rejimidir... İnsanlar kullanıldıkları ölçüde yaşama ve varolma haklarına sahiptirler. Sizin seçtiklerinizi başkalarının yokettiği veya dış güçlerin yönettiğini gayet iyi biliyorsunuz.

Zamanımızda deprem oluşturan, bulutlara yön veren uzay teknolojilerinin varlığını biliyorsunuz. Bunu hadiselerin yaşandığı bölgelerden ve ülkelerden de anlayabiliyoruz. Günümüzde İstanbul gibi büyük şehirlerden insanların uzaklaştırılmaları için emperyalist güçlerin organize ettiği ya yapay planlanmış olaylar ya da depremle ilgili haberler sık sık gündeme getiriliyor. Bizim hazır olmadığımız, dış güçlerin aylarca hazırlık yaparak körüklediği olaylarla sıkıntılarımız arttıkça artıyor. Dünyanın bozulan dengesi üzerinde yapılan hesaplar sadece insanlar ve ülkeler üzerinedir. Bu sebeple akıllı ve güçlü olanlar söz sahibi oluyorlar. Her şey şimdi uzaydan takip ediliyor. Biz bir yerlerde zaman öldürürken onlar çeşitli şekillerle ülkeleri işgal ediyorlar. Ülkenizdeki herhangi bir yöneticiyi dahi etkileri altına alarak hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlar. Zamanımızda paranın köleleri ve kukla insanlar çoğaldılar.

Seçmenlerin yüzde yirmi ikisinin oylarıyla iktidara gelenler demokrasi çarkını nasıl döndürmeye çalışıyorlar. Önce bunu irdelemeliyiz...

Türkiyede'ki sistemin önce şiir okudu veya şunu bunu yaptı diye itham ettiği insanlar sonradan o sistemin başına getirilebiliyorlar. Yani önce mağdur sonra yetkili... İtham edildikleri anda kin duydukları insanlar yetkili oldukları sırada da onların hedeflerinde yer alabiliyorlar. Böylece ister istemez ülke sağlıksız ve etüd edilmesi gereken yönetimlere terkediliyor. Bununla beraber biz millet olarak hep mağdurların yanında yer alma alışkanlığına sahibiz. Bu sebeple yapılan basit suçlamalar sonradan mağdurları yükseklere taşıyarak ekmeklerine yağ sürmeye vasıta olmaktadır.

Düşünün ülkemizde karikatür sanatçıları hedef alınarak kanun çıkarılabiliyor, onlar hakkında zehir zemberek konuşmalar yapılabiliyor. Adeta sanatçılar hedef gösterilerek mahkum ettirilebiliniyor. Demokrasinin katmanları arasında ezilmek istemiyenler sanatlarını icra etmekten çekinme noktasına getiriliyorlar. Sanatçıya karşı savaş açan adamlar yetkilerini de kullanmak suretiyle yarın mahkeme kararlarıyla milyarlarca lira para cezası ödeterek güçlerine güç katacaklar, sanatın ve sanatçının erimeleriyle hatta yokolmalarıyla da gurur duyacaklardır.

Babam elli yıl önce gönderdiği dilekçeye cevap vermeyen Niğde Valisi'ne ikinci bir mektup yazarak « görevini neden yapmadığını, hangi yüzle vali olarak makamını işgal ettiğini» soruyor. Vali kendi eline geçmeyen ve yardımcılarının masası üzerinde bulunan dilekçeyi alarak on dört kilometrelik mesafede bulunan Bor'a geliyor. Akşam üzeri babamla evimizde görüşüyor. Özür dileyerek «hakkını helal etmesini» istiyor. Ve dilekçeye olumlu cevap vermek suretiyle babamın dileğini yerine getiriyor.

İnsanları kucaklayarak hizmet yapma alışkanlığı günümüzde ne yazık ki kayboldu. Emperyalist ülkelerin güdümüne girme moda haline geldi.

Bir başbakanın ağzından çıkan sözlerle ülke yönetiliyor. Ben şahsen :

İlim adamları, öğretmenler, iş adamları, kuvvet komutanları, siyasi partilerin temsilcileri, tecrübeli politikacılar, emekliler, valiler, yazarlar ve gazeteciler, sanatçılar ve serbest meslek sahipleri, halk temsilcileri ve milletvekilleriyle ortak toplantılar yapılarak milleti ilgilendiren kararların alınmasına taraftarım.

Karşımdaki insanların beni can kulağıyla dinlediklerinin farkındaydım. Bu konuşmalarımdan sonra alkışlanmamamı istedim. Tekrar yaşlı kişiye elini öpmek için yaklaştım. Elini çekerek öpmeme izin vermedi. Bana sarılarak yanaklarımdan öptü. Mikrofonu elimden alarak konuşmaya başladı :

- Kardeşimiz bizim özümüzdekilere tercümanlık yaptı. Ben Osmanlı'yım. Yanımdaki küçük kardeşimiz Türkiye... Bize biraz evvel güzel konuşmalarıyla seslenen de Türk halkıdır.

Oldukça heyecanlanmıştım.

Bu konuşmalardan sonra kalabalığa rağmen ortalığı öylesine etkili bir sessizlik kaplamıştı ki, gerek kuşların ötüşü gerekse ağaçların hışırtısı duyulabiliyordu. Yer yer öksürük sesleri ve hapşıranlar dalgalar halinde bu ahengi bozuyorlardı.

Uyandığım da kuş sesleri evimizin önünde akisleniyordu. Derin derin nefes aldım. Rüyada da olsa bana verilen görevi başarmıştım.

Paris - 10.08.2005

Üzeyir Lokman Çaycı

Başörtülüyüz ve 'Siz'den Biriyiz..

Uzun bir aradan sonra yine sıcak bir gündemle ve beni gayet yakından ilgilendiren bir konuyla tekrar karşınızdayım.Tartışmalara artık seyirci kalamadım ve birilerine sesimizi duyurma gerektiği ihtiyacını hissettim.Çünkü kimse bu sorunu bizzat yaşayan kişileri dinlemek istemedi ve kendi siyasi görüşleri üzerinden yorum yaptı.Yorum yapmanın aksine yargılamayı ve suçlamayı daha uygun gördü.Başörtüsü(türban dememekte diretiyorum)simgemidir değimlidir?Biz bu tartışmaları kendi aramızda yapmıyoruz maalesef; sizden duyuyoruz.Başörtülü arkadaşlarımın hepsi aynı partiye destek vermiyor hatta çoğu o kadar sıkılmış ki bu durumdan;siyaset ve parti isimleri bile duymak istemiyorlar.Benim ise katlanamadığım bu duyarsızlık bu siyasi olaylara tepkisiz kalma..Evet bende başörtülüyüm ve benimde inandığım desteklediğim görüşlerine saygı duyduğum kişi ve parti var.Olması gereken en doğal şeyden bahsediyoruz;üniversiteli bir öğrencinin siyasi bir görüşü olması..Ama bu duruma ben Başörtümü dahil etmiyorum.Anlayamadığınız nokta ise bu!Siyaset ve Din kavramlarının ayrılması..Ki benim okuma hakkım ne siyasetle nede dinle alakalıdır..Benimde öğrenme hakkım var bende dünyaya ayak uydurmak istiyorum bende söz söylemek istiyorum;artık dinlemek değil..Belli kesimin sindiremediği nokta aslında burada ortaya çıkıyor.Hastanelerde yada devlet kurumlarında doktor yada öğretmensen başını açmak zorundasın ama temizlikçi yada alt kademedeysen bu duruma kimsenin itirazı olmuyor.Açıklama ise onun taktığı başörtüsü sizin ki ise türban..Bu ayrımı yapmakta direten sizlersiniz!Bakın bizler artık eskisi gibi evlerimizde oturup kafamıza bir tülbent takıp yalnızca ev işi yaparak ‘beylerimize’ hizmet etme taraftarı değiliz!Bizde kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan belli bir sosyal statüye sahip olmaya çalışan bayanlarız..Bu konu üzerinde söylemek istediğim paylaşmak istediğim çok fazla şey var.Gerçekten ya bizi yakından tanımıyorsunuz yada belli ideolojilerden taviz vermek istemiyorsunuz..Bakın biz zaten bu toplumda yaşayan bireyleriz ve inanın herkesimle gayet sıcak ve samimi dostluklar kurabiliyoruz ve kimseye başını kapatması doğrultusunda baskı yapmıyoruz.Hatta arkadaşlarımın çoğu ‘artık sıkılmadın mı aç kapa saçmalığından tamamen açta sende kurtul’ yorumları yapıyorlar ve yapabilirler: bu onların fikri ve ben istersem bu fikri onaylarım..Başı açık arkadaşlarımın hiç mi kendi düşünceleri yok hiç mi fikirleri yok ki benim baskılarımla(!)başını kapatma gafletinde(!)bulanacak?Bence bu yorumlar diğer arkadaşlarımızı gayet rencide edici, aşağılayıcı ve küçük düşürücü ifadelerdir….

Haberlerde ‘saygı’değer Demirel’in konuşmasına denk geldim..Artık İran’a gitmemize gerek yokmuş hatta oradan buraya okumaya gelmeleri artık çok muhtemelmiş..Gerçekten gülüyorum.Bir tane bile Başörtüsü sorunu yüzünden İran’a okumaya giden bir arkadaşım olmadı olan birini de duymadım..Hepsi Avrupa’da okumayı tercih etti.Çünkü hiçbiri ne laik devlet düşmanı nede şeriat devleti yandaşı..İstek tek:okumak..Mhp’nin tavrı konusuna gelirsek eğer kendilerindeki bu halkın sesine kulak verme isteği kimilerince eleştirilse de ben Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ve Başörtüsü sorununa ilişkin tutumunda kendilerini son derece destekliyor ve halkın çoğunluğunun da aynı tepkide olduğunu düşünüyorum.Şimdilik burada bırakacağım,yazacaklarım bunlarla sınırlı değil elbet ama bugün ki haber trafiğinden bana sorulmayan sorulara cevap vermek istedim..Çünkü okula giremeyen benim;Sevgili Deniz Baykal ve kaos ortamı yaratmaya çalışan taraftarları değil…

Büşra NAS

29 Ocak 2008 Salı

Türban Neyin Simgesidir?

Türban…

80’li yıllardan beri Türkiye’nin baş belası…

Reel siyaset yapılmayışının büyük sorumlusu…

Türban siyasi simge midir?

Türban sadece “elit”lerin göz zevkine hitap etmediği için mi yasak?

Türban dinî gereklilik midir?

Türban dinî simge midir?

Türban geleneğimiz midir?

Öncelikle siyasi simge tartışmalarına değinelim. Türban bir bakıma siyasi simgeyse de, kanaatime göre siyasi simgeden öte bir simgedir.

Türban, sabah programlarında gördüğümüz sadaka kültürünün simgesidir.

Türban dik duramayan, kentte yaşayan ama hala erkek hegemonyasından kurtulamayacak olan kadının simgesidir. Bunu nerden mi çıkardım? Türbanın erkek bencilliği yüzünden takılmadığı konusunda beni ikna edin, bu savımı geri alayım. Erkeklerinin çağdaş tüm kıyafetleri giydiği, hatta vücudu saran kıyafetleri bile giydiği bir ortamda söz konusu erkeğin eşinin türbanla dış tehlikelere(diğer erkekler) karşı zırhlanması neyin simgesidir, Allah aşkına?

Büyük Atatürk’ün birçok Batı Avrupa ülkesinden önce, kadınlara seçme-seçilme gibi birçok hakkı vermesine yüz çevirmektedir, türban.

Türban Cumhuriyet okullarından değil, Fethullah okullarından mezun olmanın simgesidir.

Türban bir özgürlük mücadelesi değil, tam tersine özgürlükle mücadeledir. Sayın Erdoğan ve ekibi özgürlük meselesi gibi anlatsa da, kendileriyle göbek bağı olduğu açıktan belli olan bir cemaatin evlerine çocukları hapsedip onlara kendi statülerini koruyacak ve yükseltecek şeyleri enjekte etmeleri mi özgürlük? Özgürlüğü, özgürlüğü bilenlerle ve yaşayanlarla konuşmak gerekir. Eşinin saçından diğer erkeklerin tahrik olacağını düşünenlerle değil…

Türban siyasi simge olmuş, olmamış bunlar öncelik değil. Bir bıyık da, saç da bu kapsama alınabilir ve tektip insan yaratmaya doğru yol alabilir ,bu süreç. Esas olan, özgürlüğe halel getirecek, insanların namusunu bir bez ile ölçecek olan bir hareketin başarılı olma ihtimalidir. Eğer bu olursa, görün siz şamatayı...

Türban dinsel bir zorunluluk mudur tartışması, yıllardan beri İslam dünyasında tartışılan bir konudur. Zorunluluğu konusunda netlik olmayan bir aksesuar hakkında dinsel gereklilik diye yaygara koparmak akıl işi midir? Her ne kadar fetvayı sen mi vereceksin diyecek olsanız da, İslam’da böyle bir yetkinin olmadığını belirtmek isterim. Ne benim, Ne Gülen’in, Ne Ustaosmanoğlu’nun… Çünkü İslam, “oku” diyerek insanlara iletilmeye başlanan bir dindir ve ana kitap haricinde hiçbirini kaale alma gibi bir zorunluluk yoktur. Neyse bu tartışmayı buradan yapacak değiliz. Ancak her ne olursa olsun yurttaşlarımızın din adına kimseye “rabt” olmamalarını istiyorum. Çünkü bu ne insan haklarıyla, ne demokrasiyle, ne de İslam’la bağdaşır.

Türban gelenek midir, değil midir konusu uzunca zamandır gündemi meşgul etmekte… Sayın Livaneli’nin Vatan’da çıkan yazısından bir kesit ile bu konuyu açmak istiyorum: “Elektro saz, Âşık Veysel’in sazına ne kadar benziyorsa, bu hareket de köye o kadar benzer.”

Zülfü Livaneli bence bu konudaki en güzel saptamalardan birisini yapmıştır. Evet, başını örten analarımız, ninelerimiz vardı. Ancak bunun türbanla yakından-uzaktan bir ilgisi yoktur. Başörtüsü, köylerde takılması gelenek olan bir takı idi. Evet, anneannem takıyordu ama Alevi arkadaşların anneanneleri de takıyordu. Ve onlar türbana girmedi.

Türban derken, tarikat sorununu da eğilmek lazım... Bu da bu yazıyı kitaba doğru götürür. Parça parça sizle paylaşmaya çalışacağız naçizane fikirlerimizi.

Zülfü Livaneli’nin yazısından esinlenerek bu konuya da noktayı koyuyorum:

“Ankaralı Namık ne kadar ozansa, türban da o kadar gelenektir.”

Bu arada, bu ekonomik kriz nereye gidiyor? Türban yine bazı şeyleri gizlemek için mi ortaya atıldı? Yoksa ben de bu oyunun bir çarkı mı oldum?


Emrah ÖZDEMİR

Devirler Arasında Bir Defter

Siyaset devirlerin kapanmasına ve açılmasına sahne olan bir bilim dalıysa, siyasetçi de bu devirlerin önemli bir bireyidir. Siyaset, devirlerin kapanış ve açılışına etki eden siyasetçileri içinde barındırdığı için belki suçlanabilir; ama siyasetin bu yapısının da ayrı bir kutlama törenine layık olduğu unutulmamalıdır.

Şimdi bu girişten sonra sorulması gereken, bugünlerde siyasetin sırf siyasetçiyi içinde barındırdığı için suçlanması mı yoksa kutlanması mı gerektiğidir. Zıtlıklar seçim yapmayı gerektir ve seçimlerde bizim seçtiğimizden yana olduğumuza bir imza atar. Kısacası seçmek, seçmemek unsurlarını da içinde barındırır.

Gelin Atatürk'ü bir devri kapattı diye suçlayalım. Peki Ata'mızı suçlarsak kimi kutlayacağız, Atatürk'ün devrim yasalarını hiçe sayanları mı?

O halde gelin Atatürk'ü suçlama aptallığından vazgeçelim. Onu kutlayalım ve saygıyla önünde eğilelim. Atatürk'ün önünde saygıyla eğilmeyi sadece Anıtkabir'e gidildiğinde gerçekleştiren insanları suçlayalım. Onun yasalarına karşı gelenleri suçlayalım.

Demokrasi de çoğunlukta bulunanlar, azınlığa çektirdiklerini ancak azınlık konumuna geldiklerinde anlarlar. Çoğunluk daha öncesinde çektirdiklerini biliyorsa bu rejim demokrasi değil açıkça bir sadizmdir. Mazoşistseniz bilemeyeceğim ama ben bu sadizim rejimine karşıyım. Bu sebeple de günümüz siyasetçilerini kutlamaktansa suçlamayı tercih ediyorum.

Yukarıda da belirttiğim gibi, şuçlanacak olanı seçtiğimizde kutlanacak olanı dışlanız. Aynı şekilde kutlanacak olanı seçtiğimizde de suçlu olanı dışlarız. Suçlama ve kutlama mantığının arka planında ise devrin değişim değerlerinin büyük bir önemi vardır. O zaman Atatürk'ün devrimlerini kutlamıyorsak, onun devrimlerine karşı gelenleri kutluyoruz demektir ve Atatürk bizim gözümüzde suçlanacak bir liderdir. Bu ahmaklığı yapamayacağımız için biz Atatürk'ün devrimlerini kutluyor ve onun devrimlerine sadece bugünler de değil, her anladında karşı gelenleri suçluyoruz.

Devirlerin açılıp kapanmasından bahsettik, o zaman şu gerçeklikten de bahsetmek yerinde olur: Atatürk devrinin kapatılması faaliyetleri hızla devam etmektedir. Geç olmadan uyarıyorum, bu ülkeye sahip çıkalım.

Anıtkabir Defteri daha bu ülkede duruyorken...

Teşekkürlerimle,

Gökhan DAĞ

27 Ocak 2008 Pazar

YAŞANAN OLAYLARIN SORUMLUSU KİM

Her insanın bir hayat felsefesi olmalıdır. Ancak kalıplaşmış, dar cümlelerin arkasına sığınmamalıdır. Ben laikim , sosyalistim yada kapitalistim gibi dar kalıplaşmış ideolojilerle hiçbir yere varılmayacağının idrakine varmalılar.

Bir insan ancak ben Ali’yim ya da Ayşe’yim diyerek karakterini yansıtır. Kendini dar kalıplara soktukça kimlik karmaşası yaşanacaktır. Zaten yaşanan olayların hepsi kimlik karmaşası yaşayan insanların çokluğundan kaynaklanmıyor mu? Polat Alemdar isminde oluşturulan hayali mafyalar yüzünden insanlar mafyalığı gözlerinde büyütmeye başladılar. Aslında yasa ve ahlak dışı olan bu iş önem kazanmaya başladı. Nasıl cahil bir toplumda yaşıyoruz. Koyun olmaktan ne zaman çıkacağız? Yazık bize başkaları için yanlış olan artık bizim toplumumuz için doğru olmaya başladı. Çözüm yolu çok açık her birey kendinden sorumlu, yaşananların hepsinin çözümü her bireyin kendi içinde saklı. Başkalarına özenmekten acilen vazgeçmeliyiz. Yoksa biz biz olmaktan vazgeçeceğiz. Bu mafya filmleri arttıkça ölümlerde artıyor. Ama reyting kavgası içinde olan kapitalizmin en koyusunu içinde yaşayan kanallar bunu fark etmiyor ya da fark etse de umursamıyor. Çünkü kimin öldüğünün onlar için zerre kadar değeri yok. Haberleri izlemiyorum artık izleyemiyorum. Her kanalda bir ölüm haberi yorulmuş durumdayım.Daha kötüsü Türk’ün türkü öldürdüğü düşmanla işbirliği yapan insanlar bir yana dursun, ülkemizi sevip ülkemizde iş yapmaya çalışan dost insanlar öldürülüyor.Bütün bunların nedeni ortaya çıkarılan hayali karakterler.Halkımız böylesine özenti insanlarla doldukça daha ne uğur mumcular ne cevherler kaybedeceğiz.

Yine üzüntülü bir ruh haliyle son sözlerimi bitirmek istiyorum. Artık bilinçlenin ve ölmekten de öldürmekten de yorulun lütfen…UĞUR MUMCU’NUN katilleri siz bu ülkeyi yirmi yıl geriye götürdünüz.Unutmayın Türk halkı bu aydını öldürenleri asla affetmez.sizin nesliniz Türkiye topraklarında yaşamamalı yoksa daha çok aydın kaybedeceğiz.

Ezgi Özdemir

İnsanlık ve Dinler Tarihi üzerine bir Masal ; ULAK

Bu evrendeki bütün herşey gibi 'Yaradan'ın adıyla başlıyor Ulak..
Çağan Irmak'ın "Mustafa Hakkında Herşey"ini izlediğim zaman beni filmde memnun eden tek şeyin Nejat İşler olmadığını hissetmiştim... Yönetmenin filmlerini sevmemi zorlaştıran aşırı duygusallığını bir yana koyduğumuzda "Ulak" gerçekten izlenmesi gereken bir film, dinlenilmesi gereken bir masal...
Önce masalın sonunu, sonra başını dinliyorsunuz ama her anında merakınızı dipdiri tutan bir heyecan duyuyorsunuz..
Herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde geçmiş olabilecek bu masalda dinler tarihine bir çok göndermeler var.. Karakterlerin isimleri ve başlarından geçen öyküler sizin din bilgilerinizi zorlayarak bağlantı kurmanızı sağlıyor..
Seyyah Zekeriya köy köy dolaşıp çocuklara 'Ulak'ın masalını anlatıyor.. Bunu kendine görev edinmiş çünkü anlattığı masal onun için çok önemli..
Anlatılması gerek , unutulmaması gerek masalın..
Ancak en son geldiği köyde insanlar biraz farklı..Farklı dediysem 'Seyyah'ın alışkın olduğu köylerden farklı.. Aslında eminim size hiç de yabancı gelmeyecek bir köy burası...
İnsanlar insanlıklarını kaybetmişler,
Okuyan, araştıran aşağılanıyor,
İnsanlar para için kendi zavallı kızlarını bile satıyor,
Kendi öz evlatlarına eziyet ediyorlar...
Bu ufak köyü ve zamanı genişlettiğinizde aslında dünyada KÖTÜlerin herzaman olduğunu ve bu KÖTÜlüklerini uygulamak ve kabul ettirmek için herzaman kaba kuvvet ve dedikoduları/kara propagandayı kullandığını görüyorsunuz..
Filmi görmek isteyeceğinizi düşünerek tamamını anlatmayacağım ancak filmdeki bazı diyaloglar insanın aklına kazınıyor. Bunlardan birinde, 'Seyyah' çocuklardan birine köyün en kötü karakterini gösterip ;
"Niye onu sevmiyorlar, biliyor musun?" diye soruyor.
Çocuk; "Kötü olduğu için"diyor.
Seyyah cevap veriyor;
"Hayır çocuğum insanlar ondan nefret ediyor, Çünkü ondan korkuyorlar. İnsanlar korktuklarından nefret ederler."
Ve filmde KÖTÜ adamların yaptıklarını bilerek susanlar için de bir uyarı var:
"Yapan kadar, bilip de söylemeyen de suçlu!"
***

İşte 'Ergenekon Show'u en çok hatırlatan yer de burası...
Gelin ben de size ufak bir masal anlatayım;

Benim masalımdaki ülkede yaşayan çoğu insan derin devletin uzun zamandır, "Ağlayarak Gülen Hacı Hoca Vesaire Efendi" olduğunu ve kendisinin Amerikan İstihbarat Servisi tarafından soğuk servis edilen bir intikam türü olduğunu biliyor ya da seziyordur.
Bu masalda kötü adam ve tebaasına 'Cemaat' diyelim isterseniz.
'Cemaat', bırakın hükümeti, meclisi; emniyet güçlerine, adalet mekanizmasına, eğitim sistemine, sağlık sistemine enikonu sızmış.
Kızıyorlar, kendilerine 'yılan' denmesine ama, mertçe değil yılan gibi alttan alttan çalıştıkları ve sinsi oldukları için 'yılan' deniyor onlara.
Artık güç onların elinde. O yüzden iyice arsızlaşıyorlar. Masaldaki ülkenin üniter devlet yapısını bozuyorlar, köy halkının ortaklaşa yaratıp ortaklaşa yararlandığı şeylere düşmanlar.
Ele geçirdikleri emniyet güçleri, rastgelen vatandaşları tekmeyle, tokatla, kaza kurşunuyla öldürebiliyor.
Yine bu ülkenin insanlarını ayrıştırmak ve gözlerini açmamak için kendi cinayetlerinin günahlarını ve yedikleri bu kadar naneyi, nasıl yapalım da başkalarının üzerine atalım diye düşünüyorlar!
Ve ilginçtir, her seferinde bir yol buluyorlar.

Kapılar ardında belki de şöyle konuşmalar oluyor:
-Başbakana, 'üç kuruşluk' diyeni alın!
-Akşam Gazetesinde yazanı alın!
-Bir de asker lazım...
-Seçin şu listeden hocam...
-Tamam şu iyidir, kapın getirin! Doğan'a söyleyin de yaygara kopartsın.. Yoksa ben onun kafasını kopartırım!
-Tabi hocam iletiyorum..
-Bu arada, şu kuş gribini, türbanı falan doldursun ki gazetelere halk başka şey düşünemesin.
-'Kuvayı düğünü', 'Kuvayı çöpten bomba toplaması', 'Kuvayı köpeği ısırdı' haberlerini de şöyle bir yayıversinler de KUVAYI MİLLİYE türü bir güç birliği kurmak hayali neymiş görsün şu korkaklar.....
Olur mu?
E masal bu, olur.
***

Maddi, manevi baskılarla, döverek, öldürerek, tutuklayarak ve insanların isimlerini karalayarak, korku salma yöntemine başvuran KÖTÜ adamlarımızın yani 'Cemaat'in vakti azaldı gibi...
Bir heyecan, bir koşturma... Şaşaalı bir amerikan senaryosyuyla yerli korku filmi çekmeye çalışıyorlar sanki..
Ama biz Türkler ne yazık ki amerikan yapımı korku filmlerinden korkmuyoruz.
Bizim tek korkumuz; Yüce Yaradanın bize verdiği iman ve düşünce gücü, Atalarımızdan aldığımız vatan ve ulus sevgisi ve Türklüğün ve Türkiye Cumhuriyeti'nin sonsuza kadar yaşayacağına inancımızı kaybetmek olabilir.
'Yüce Gök' bize bu günleri göstermesin inşallah!

Şu an sinsice içine girdikleri devletteki güçlerine güvenen emperyalizm güdümlü kötü adamlarımız da emin olsun, tarihe baktığımızda görünen şudur ki;
Masalımızı unutmadığımız ve unutmayacağımız için "Ulak" hep içimizde yaşayacak.
Çünkü biliyoruz; "Cesaretin bittiği yerde Esaret başlar!" ve bundan güç alarak diyoruz ki;
"Onlar değil, Biz kazanacağız!"

özgürpınarışık

25 Ocak 2008 Cuma

Asistan Yapmam

Açık unutulan mikrofonlar YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan'ı fena yaralıyor. Son mikrofon kazasında... Bir bürokrat, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'a diyor ki:
- Yeni YÖK Başkanı güzel sözler söylüyor...
Bakan Unakıtan şu yanıtı veriyor:
- İsterse söylemesin...
Yusuf Ziya Özcan daha önce de Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın kendisine:
- Aman hocam bir şey söylersen ipimizi çekerler, dediğini açık mikrofonu unutup ağzından kaçırmıştı...
Tabii Maliye Bakanı'nın tehdidi daha esaslı... "İsterse söylemesin" demek YÖK Başkanı'nın hükümetçe kul-köle statüsünde görüldüğünün ispatı...
Oysa.. YÖK aynen Danıştay, Yargıtay gibi bağımsız bir kuruluş... YÖK Başkanı protokolde 12. sırada... Birçok bakanın önünde yer alıyor... Başbakan, geçen dönemde kendisinden YÖK'e karşı bir girişim istendiğinde:
- Benim gücüm yetmiyor, diyerek hükümetin YÖK önündeki çaresizliğini ifade etmişti.
YÖK her zaman üniversite ve bilim camiasının asalet ve onurunu temsil etti.
Bugün ise bilim dünyasının hükümet önünde ezilişini temsil ediyor.
Hükümetin YÖK'e karşı aşağılayıcı tavrı tüm akademik yaşama hakarettir.
YÖK Başkanı ya Maliye Bakanı'na cevap vermeli ya da o görevi bırakmalıdır...
***
Üniversitelerarası Kurul dün değerli bilim adamı Prof. Celal Şengör'ü YÖK üyeliğine seçti. Celal Şengör yeni YÖK Başkanı sorulduğunda, "Ben onu asistan bile yapmam" demişti.
Üniversiteler, Erdoğan-Gül ikilisi karşısında kişilikli ve ilkeli bir duruş sergiliyor...


Erman Toroğlu yazmış: "Fatih Terim'in yerine dini bütün teknik adam arıyorlar."
Oraya "Hoca" lakabına tamamen uygun birini getirmenin zamanıdır!
Haldun Ertem


Ehliyet sınavı...
Mühendis okurumuz Ali Oğuz Konuk anlatıyor... "Kızım (19 yaşında) geçen hafta sürücü belgesi sınavına girdi. Sınav Kemerburgaz yolunda trafiğe açık bir yolda yapılıyor. Böylece sürücünün gerçek ortamdaki yeteneği ölçülüyor. İyi güzel... Ne var ki, bu otoyolda seyreden çoğunluğu ağır vasıta olan araçlar son derece kuralsız hareket ediyorlardı. Yolda trafik denetimi yoktu. En ufak bir hata ölümle sonuçlanabilirdi. Bu arada kızım kalkarken aynaya bakmayı unuttu. Az daha bir ağır vasıtanın altına giriyordu. Buna rağmen geçer not aldı!"


Karamanlis
Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis, Ankara ziyaretinde Anıtkabir'i de ziyaret etti ve şeref defterine "iki satır" yazı yazdı... Gayet soğuk ve sudan iki satır.. Neden? Çünkü Yunan muhalefeti kendisini topa tutarmış...
Yunanistan Kurtuluş Savaşı'nda Türkiye'ye karşı büyük bir askeri yenilgi almıştı. Buna rağmen Başbakan Venizelos, Atatürk hakkında hep iyi konuştu. 1930'larda Türkiye'ye gelerek O'nu ziyaret etti. 1934 yılında Atatürk'ü Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterdi. Venizelos olgun adammış. Karamanlis'ler falan Venizelos'un hayli gerisindeler...


Davos'ta endişe!
Davos Ekonomik Forumu için hazırlanan raporda, Türkiye nüfusunun yüzde 13'ünün El Kaide'ye destek verdiği kaydediliyor, ülkemiz "muhafazakâr bir İslam ülkesi" olarak gösteriliyor. Başbakan'ın Davos gezisini bu rapor yüzünden iptal ettiği söylentileri sürerken... Emekli büyükelçilerden Turhan Fırat, Cumhuriyet'te:
"Davos politika ve ekonominin birbirine karıştığı bir yer, dolayısıyla burada Türkiye'ye ilişkin bir tehlike görülürse açıkça aktarılır. Son yapılan da para çevrelerinin Türkiye'deki dinci gelişmelerden duydukları endişenin aksettirilmesi olarak değerlendirilebilir" diye konuşuyor...
Türkiye nereye gidiyor? Deniz Baykal önceki gün bunun net bir tahlilini yaptı:
- Türkiye'nin din devletine gittiğini görmeyenlere hayranım.
Bazıları hâlâ Türkiye'de "demokratik cumhuriyet" kurulduğu rüyasına çevresini inandırmaya çalışıyor. Kimisine göre "Türkiye'de laiklik ve cumhuriyet kökleşmiş olup" bize asla bir şey olmaz... Bakalım ne zaman uyanacaklar?


Hep aynı film...
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın hakkında mahkeme 33 ay sonra "YÖK izni olmadan yargılanamaz" kararı verdi. Dava düştü.
Haber bir iki gazetede küçük haberler şeklinde yer aldı.
Oysa Rektör'ün tutuklandığı günlerde gazeteler çarşaf çarşaf ona isnat edilen muazzam suçları yazmıştı. İhalede yolsuzluktan tutun tarihi eser kaçakçılığına kadar onlarca suç sayılıp dökülmüştü Rektör hakkında...
Prof. Aşkın üç ay hapis yattı. Genel Sekreter Yardımcısı intihar etti...
Verilen haberlerin balon olduğu, adaletin çiğnendiği ortaya çıktı... Ama iş işten geçti.
Biz bu filmi sık sık görüyoruz...
Birtakım adamlar yakalanıyor.. Polis basına onlar hakkında birtakım suçlamalar sızdırıyor. Bu suçlar kanıtlanmış gibi yazılıyor. İddianame hazırlanmadan bunları yazmak yasaktır. Ama kimse dinlemiyor. Bu arada savcılar ve adalet de uydurma haberlerin baskısı altına alınıyor. Derken günün birinde mahkeme sonuçlanıyor. Bakıyorsunuz bambaşka sonuç çıkmış ortaya...
Bu bayat oyun tekrar tekrar oynanıyor.

Melih Aşık

24 Ocak 2008 Perşembe

Helal Olsun MHP!

Milliyetçi Hareket Partisi, oy verenlerine ihanet etmiştir.

Üstelik kısa bir süre içerisinde bir değil, iki kez…

Meydanlarda kükreyen Bahçeli, AKP’nin suyundan gitmeye devam ediyor.

Varan 1: Cumhurbaşkanlığı seçimi…

Seçimlerde birincil ölçüt Cumhurbaşkanlığı seçimi krizi idi. Krizden korkan, güçsüz ekonomik yapıdaki seçmen AKP’ye, başka bir seçenek isteyenler ise genel olarak CHP ve MHP’ye oyunu verdi. Ancak henüz pazarlık kozunu bile kullanmayan MHP, AKP’yi ödüllendirdi.

Peki, Ağar ve Mumcu’nun akıbetine uğramaktan korktuğu söylenen MHP haklı mıydı?

Kişisel kanım; haklı olmadığı yönündedir. Çünkü zaten Ağar ve Mumcu’ya bu konuda kızanlar oylarını fazlasıyla AKP’ye vermiştir. MHP’ye kalan oylar ise; sağ kesimdeki Cumhuriyet yanlılarıydı. Birçok alevi, laik vs. vatandaşımız MHP’ye oyunu vermiştir. Ben bunu gözümle gördüm.

Görünen o dur ki; MHP oy verenlerine dahi ihanet etmiştir.

Varan 2: Türban olayı…

Sayın Bahçeli ve ekibi yanılgı içindedir. Danışmanları, akıl hocaları kim bilmiyorum ama MHP malum türban olayından siyasal getirim bekliyorsa avucunu yalayacak. Çünkü türbancılar, Fettullahçılar artık siyasi oluşumlarını, evrimlerini tamamladı ve adı kondu: AKP.

MHP, çıkacak tüm kargaşa ve kavgaların tek sorumlusu olacaktır.

MHP, ülkenin geriye gidişinin sorumlusu olacaktır.

Oy getirecekse de bunlara değer mi MHP?

Türbanı kimse bana özgürlük diye tanıtmasın. FG cemaatinin faaliyetlerini devam ettirdiği bir yerde, erkeklerin bencilliklerinin eseri olan bir aksesuarı kimse bana özgürlük diye göstermesin.

MHP yöneticilerine sesleniyorum:”Partiniz şu dakikadan itibaren yıkılma sürecine girmiştir. DSP birinci partiyken idamı kaldıran, özel yaşamında türbanlı olan milletvekilinizi TBMM’ye girerken açtıran parti siz değil miydiniz? Fettullahçılar başta olunca böyle mi oldu?”

MHP ve DTP, AKP’ye hizmet etme yarışına devam ededursunlar, Türkiye kaosa sürüklenmeye devam ediyor.

Helal olsun MHP, helal olsun Bahçeli!..

UĞUR'suz 15 yıl

Sevgili Atatürkçü, demokrat, yurtsever, kahraman basın ve cumhuriyet şehidimiz Uğur Mumcu'nun ölümünün 15.yılında emanetini yeterince koruyamamaktan ötürü duyduğum utançla aziz hatırası önünde saygıyla eğilirim.

Hiçbir şey değişmedi UĞUR ABİ, ihanet ve gerileme tüm hızıyla devam ediyor ve biz sustuklarımızdan sorumlu hissetmiyoruz kendimizi. Umarım bu yıldönümü bir ateşlenmeye vesile olur ve Atatürk gençliği bıraktığın bağımsızlık ve onur sancağını düşmeden eline alır.

Tekrar sevgi, minnet ve selamlarımla...

Emrah ÖZDEMİR

Bu Kadar Olmaz !

Maliye Bakanı ve Sayın YÖK Başkanı, açık kalan mikrofon olayından sonra hemencecik buluştular. Maliye Bakanı'nın YÖK Başkanı ile ilgili olan konuşmasını hatırlayalım:

- Bürokrat: Yeni YÖK Başkanı'nın havası değişmiş. Gayet güzel sözler söylüyor?
- Unakıtan: İsterse söylemesin...
- Bürokrat: Bu ortamdan faydalanıp üniversite reformunu da yaparsak hükümet olarak Sayın Bakanım çok ciddi başarı olur.
- Bürokrat: 300 milyona yakın, üniversitelere iyileşme yapıyoruz yıllık. Gülüp oynasınlar...daha sesleri çıkmaz.... Tarifeyi de ufak bir rötuşla geçiştiririz böylece...

İşte bu konuşmadan sonra YÖK Başkanı ve Sayın Unakıtan buluştular. Konuyla ilgili sorular soran medyaya karşı Bakanımızın verdiği cevaba bakın: "YÖK Başkanı ile ilgili olanları tam duyamamışsınız ama yakıştırmışsınız. Ötekileri iyi duymuşsunuz da... " dedi.

YÖK Başkanı ise; "KIRGIN mısınız?" sorusuna "HAYIR" cevabını verdi.

Şimdi burada öyle şeyler yazarım ki, iki gün sonra değiştirir siz yanlış okumuşsunuz derim; ama bunu yapacak karakterde biri değilim. Yazdıklarımın sonuna kadar da arkasındayım. Aynen konuştuklarım gibi; çünkü ben Atatürk Genci'yim. YÖK Başkanı gibi de susmaz cevabımı anında veririm.

Konuştukları konu da üniversitelere verilecek mali destek. Tabii ki mali destekte artış olacak, okulumuz din yuvaları olma yolundaysa paraya da ihtiyaç duyacak. Zaten eğitimin paralı olması gerektiğini söyleyen, toplumun durumunu süper zekada kavramış bir sosyolog YÖK Başkanımız var. Unakıtan'ın para akıtan olmasının sebebini de varın siz düşünün.

Politika erdem işidir. Politika dürüstlük işidir. Politikayı bu hale getirenlerse, sizi ALLAH'a havale ediyorum. Dürüst olmaları dileklerimle,

Gökhan DAĞ

Eğitim Hakkı Bir Seçkin Hakkı mıdır?

Gökhan DAĞ olarak son zamanlarda yapılan tartışmalar beni oldukça tedirgin etmektedir. Eğitim üzerinde yapılan düzenlemeler, eğitimin çıkmazlarını daha da büyük bir kördüğüme doğru götürmektedir. Sessiz kalmamak için haykırıyorum.

YÖK Başkanı olmuş, isterse yapmasın diye tehdit edilen Sayın Özcan, üniversitelerde türban yasağının kaldırılması ve eğitimin üniversitelerde paralı olması gerektiğini savunuyor. Sonra da çıkmış eğitim alma özgürlüğünden bahsediyor. Eğitim almak için parası olmayana ise düşük faizli kredi verilebileceğini savunuyor. Okuyun, borçlu mezun olun sistemi ülkeye sadece adaletsizlik ve kanunsuzluk getirir. Neden bu tezi ortaya attım; çünkü okuduktan sonra işsiz kalmış bir çok aydın görüşlü insan tanıyorum. İşsizliğinde suça teşvik ettiğini savunuyorum.

Türbanlı vatandaşlarımız için, AKP kendisini demokrasi savaşçısı ilan ediyor; ama parasız öğrencilerin okuma işi karşısında konuşan ne biçim bir sosyolog olduğu belli olmayan YÖK Başkanına müsade ediyor. Alın siyaset tercihinizi başınıza çalın.

Türkiye'de eğitim artık elit kesime yöneliktir. Dinci sermaye ile güçlenmiş, dini kesim ekonomik yönden güçlüdür ve ne büyük bir tesadüf ki bunların hepsi üniversitelerde türbanı savunmaktadır. Eğitim paralı olmalı sözünün arkasında ise bu mantık yükselmektedir. Sosyologluk bu mudur Sayın Özcan?

Gidin bakın Sayın Özcan'ın uzmanlık alanına, karşınıza din sosyolojisi çıkmazsa artık bana kesinlikle güvenmeyin. Ben araştırmadan bunu dile getiriyorum. İnşallah haklı çıkarım. Teşekkürlerimle,

Gökhan DAĞ

Sevinmeyin Amerikan Şakşakçıları !

ABD, Avrasya coğrafyası üzerinde, tarihte ancak Cengiz Han’ın başarabildiği büyük bir operasyona girişti. Birinci Körfez Savaşı’nı esas alırsak 18 yıl sonra ekonomik olarak havlu atmak zorunda kaldı. Bugün ABD Başkanı, Arap liderlerine yalvarma gezileri düzenlemektedir!

***

Cengiz Han ve halefleri, 13. yüzyıldan başlamak üzere, üç büyük hamle yapmıştı. Birincisi, Sibirya, Polonya, Macaristan, Hırvatistan ve Sırbistan’a doğru, ikincisi Hazar denizi ile Hindikuş dağları arasından İran, Irak ve Suriye’ye, üçüncüsü ise Kuzey Çin’e doğru gerçekleşmiştir.
ABD ise İngilizler’in ünlü strateji uzmanı Mackinder’in “Tarihin coğrafi ekseni” başlıklı makalesinde çizdiği “Doğal Güç Merkezleri Haritası” ndaki eksen bölgeyi kuşatmak istedi. Mackinder, bugünkü Rusya Federasyonu’nun bulunduğu kara parçasını “eksen bölge”, Batı Avrupa, Akdeniz ülkeleri ve Güney Asya’yı “iç veya kenar hilâl”, dünyanın daha güneyini de “dış veya adasal hilâl toprakları” olarak tanımlamıştı.
Mackinder’in bir cümlesi, Avrupalıların meseleye hangi açıdan bakması gerektiğini anlatıyordu:
“Avrupa uygarlığı, büyük oranda, Asyalıların istilasına karşı verilen laik mücadelenin sonucudur.”
Bu bakış geçerli ise Amerikan saldırıları da Asya’yı ve Güney Amerika’yı bir araya getirmektedir. ABD ekonomisinin asıl çöküş sebebi budur.
Mackinder, Haçlı saldırılarını hangi laik temele oturtuyor bilemiyoruz ama bugünkü Amerikan saldırılarının yeni bir Haçlı seferi olduğunu ABD Başkanı George W. Bush itiraf etmişti.
Fas’tan Çin Seddi’ne kadar uzanan topraklar Amerikan hedefidir. Bu topraklar, Mackinder’in iç kenar hilâl dediği topraklardır. Eksende ise Rusya Federasyonu hâlâ hakimdir! Dolayısıyla, Amerikan saldırılarının, Rusya topraklarını kuşatma anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
ABD, Londra’dan başlamak üzere, Madrid, Roma, Atina, Ankara, Şam, Bağdat, Tahran, Kabil ve nihayet Bişkek arasında uzanan bir çizgi üzerinde askeri operasyonlar uyguladı. Avrupa’da ise, Polonya’dan Bulgaristan’a kadar başka bir iç kuşatma hattı daha çizmiş durumda. Kafkaslar’da da Trabzon, Tiflis, Erivan ve Bakü arasında bir hat oluşturmaya çalıştı. Bütün bu hatların, kuşattığı topraklar Rusya topraklarıdır. Tabii, Polonya-Bulgaristan hattı Almanya ile Rusya’nın arasına girmekte, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu hatları da Türkiye ile İran’ı kuşatmaktadır. Demek ki Türkiye, İran ve Almanya’yı askeri açıdan kontrol altına almadan, Rusya üzerinde operasyon yapmayı mümkün görmüyorlar.

***

Amerika, Asya’nın direnmemesi için de bir formül geliştirdi. Öncelikle kuşatma hattındaki bütün ülkelerin yönetimlerine, kendi ekonomik, siyasi ve kültürel politikalarını hakim kıldı. Bazı ülkelerde turuncu devrimlere girişti. Bunun sonucunda da o ülke yönetimlerine büyük ölçüde, doğrudan kendisinden talimat alan kadroları oturttu. ABD, demokrasi ile yönetilen Türkiye gibi ülkelerin siyasi partilerinin içine de nüfuz etti!
ABD, Afganistan ve Irak’ı ise doğrudan işgal etti.

***

Biz, 21 Ağustos 2003 tarihinde, Amerika’nın bu savaşı kazanma ihtimalini sıfır olarak görüyorduk. Çünkü böylesine kıtalararası büyük bir savaş operasyonu FED’in karşılıksız olarak bastığı dolarlarla sürdürülemezdi. Nitekim bugün ABD ekonomisi, kendisiyle birlikte dünya ekonomisini de çökertiyor! Artık ABD’yi Suudi Arabistan Kralı da kurtaramaz!
Bazı yorumcular, bu çöküşün dünya ekonomisini yönetenlerin bir oyunu olduğunu söylüyor ama küresel kapitalizmin şakşakçıları, eşek dikeni bulmuş gibi fazla sevinmesin; tablo hiç de öyle görünmüyor! Asıl küreselleşme hoşaf olmuştur!
Diyeceksiniz ki eşek hoşaftan ne anlar!

Arslan Bulut

23 Ocak 2008 Çarşamba

İşte AKP Demokrasisi

AKP, kendisini demokrat olarak niteleyen ender dini partilerden biri. AKP teoriye karşı gelmekle kalmıyor ve demokrasi anlayışınada yeni bir boyut kazandırıyor. AKP'nin demokrasi anlayışı ise Sayın Maliye Bakanı, Kemal Zamakıtan, pardon Unaktan tarafından bir kez daha gözler önüne serildi. Sayın Bakan, bir bürokratla yaptığı konuşmada açık kalan mikrofonunun azizliğine uğradı. Peki Bakanla Bürokrat arasında geçen konuşmalar nasıldı? Değinelim,

-Bürokrat : yeni YÖK başkanının havası değişmiş. Gayet güzel sözler söylüyor?
-Bakan Unakıtan: isterse söylemesin...
-Bürokrat: .... bu ortamdan faydalanıp üniversite reformunu da yaparsak hükümet olarak sayın bakanım çok ciddi başarı olur.
-Bürokrat: 300 milyona yakın üniversitelere iyileşme yapıyoruz yıllık. Gülüp oynasınlar...daha sesleri çıkmaz.... tarifeyi de ufak bir rötuşla geçiştiririz böylece...

Bu konuşma Sayın YÖK Başkanının görevini nasıl sürdürdüğünün en öenmli kanıtıdır. Eski YÖK Başkanı Sayın Teziç'i her fırsatta karalayan anlayış, bu konuşmaların hesabını vermelidir. Daha önce YÖK Başkanı Yusuf Özcan'ın , TBMM Başkanı Köksal Toptan'ı ziyareti sırasında mikrofonun açık olduğunu unutarak 'ipimizi çekerler' sözünün ardından bugünde Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ve bürokratlarının kendi aralarındaki konuşmaları açık olan mikrofondan duyuldu. Konuşmalar bununla sınırlı değil, devamına bakalım.

- Metin Kilci: Dün ulaştırma bakanı ile görüştüm efendim. bu TDİ'nin kapsamından çıkarma kararını aldık ama işleme koyamadık. dedi ki 'siz oradaki adamların hepsini alın'. Yerine yeni isimler verecek...Burhan (Türkiye Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürü Burhan Külünk) dahil, genel müdür yardımcıları....ondan sonrada kararı işleme koyacağız sizce de uygunsa...
- Bakan Unakıtan: Başbakan'a sorup yapsın Binali.
- Metin Kilci: İşi biz yapacağız yani. O isim gönderecek.
- Bakan Unakıtan: Başbakan'dan müsaade almadan yapmasın...Yoksa Binali(Ulaştırma Bakanı) söyledi bana...
- Metin Kilci: Burhan beyi ve altındaki bütün genel müdür yardımcılarını...hepsi için yeni isim verecek. çünkü kendisine geçince alması üçlü kararname gerektiriyor. Alması bayağı uzayacak.
- Bakan Unakıtan: Tamam yapalım biz onu da, başbakan'ın da haberi olsun.

Burada da bir bürokratın ipi nasıl geçilir onu görüyoruz. Demokratik Liyakat anlayışına uygunluğunu bir kenara bırakırsak, her şeyi Başbakan'a sorma huyunu tartışmaya açmamız gerekir. Başbakan Bakanlar Kurulu'nun eşitler arasındaki birinci üyesidir; fakat ondan korkan bir Bakan'da bir Bakan değil sadece bir kukladır.

Sonuç olarak, AKP bu ülkeyi resmen kandırmaktadır. Bu konuşma kadrolaşmanın resmi bir dinletisidir. Böyle durumlarda onurlu insanlar görevinlerini bırakırlar. Zaman bize bakalım neyi gösterecek. Teşekkürlerimle,

Gökhan DAĞ


Van'da Adelet

Van 100.Yıl Üniversitesi eski Rektörü Prof. Yücel Aşkın tutuklandığında cümle hukukçular ve YÖK Başkanı Erdoğan Teziç uyarmışlardı:
- Bir rektöre YÖK'ün izni olmadan dava açılamaz...
Ne var ki, Savcı Ferhat Sarıkaya bu uyarılara kulak vermediği gibi Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi de oralı olmadı. Yücel Aşkın tutuklandı, 3 ay hapis yattı. Tarihi eser koleksiyonuna el konulduğu gibi adı "tarihi eser kaçakçısı"na çıkarıldı. Üniversitenin Genel Sekreter Yardımcısı Enver Arpalı, haksız yere hapis yatmaya dayanamadı, koğuşunda çamaşır ipiyle intihar etti...
Aradan 2 yıl 9 ay yani 33 ay geçti... Aynı mahkeme, aradan geçen sürede bir yasa değişikliği falan olmadığı halde yetkisizlik kararı verdi. Ve sonunda şu görüşe gelindi:
- YÖK'ten izin alınmadan dava açılamaz...
Bu hukuk hatası bir rektör ile yakınlarının aylarca acı çekmesine ve bir intihara yolaçtı...
İlginçtir... Şemdinli davasından sonra görevine son verilen Ferhat Sarıkaya'ya ağıtlar yakan sözümona demokratlar bu hukuk cinayetine hiç değinmiyorlar. Dönemin yargıçları da sessiz! Arpalı ailesinin avukatı Turgut Kazan diyor ki:
- Van'da yaşananlar, siyasi iktidarın ezmek istediği kesimleri yargı marifetiyle bertaraf etme denemesiydi. Ferhat da bunun silahşorüydü... Van'da denedikleri modeli şimdi yeni anayasa taslağı ile bütün Türkiye için gerçeleştirmeye çalışıyorlar...
Oysa hukuk, her an herkese lazım olabilir...

Dünyanın "İnsanlık suçlusu" olarak gördüğü Sudan'ın şeriatçı lideri, Gül'ün konuğu olmuş. Demek ki bizimkiler için önemli olan onun şeriatçı özelliği...
Haldun Ertem

Ya Hablemitoğlu?
Okurumuz soruyor:
5 yıllık AKP iktidarı döneminde ilk siyasi cinayet Dr. Necip Hablemitoğlu'na karşı işlendi. Ancak hâlâ bu cinayetle ilgili ipucu bulunamamıştır. Üstelik Necip Hablemitoğlu ölüm yıldönümlerinde anılmamaktadır. Hrant Dink de 5 yıllık AKP döneminde siyasi cinayete kurban giden bir vatandaşımızdır. Neden Hrant Dink cinayeti kitlelerce kınanıp lanetlenirken Necip Hablemitoğlu cinayetinden hiç bahsedilmemektedir? Demokrat olduğuna inanan herkes bu sorulara cevap düşünmelidir. Acaba neden?"

Köylüye kazık!
Tunceli Milletvekili Kamer Genç dün anlattı... "Binlerce çiftçiye milyarlarca liralık elektrik faturası gelmiş. Sebebini sordum. Dediler ki: 'Bizler kuyulardan suyu elektrik gücüyle çekiyoruz. Devlet 2001 yılından bu yana bizlere hiç fatura göndermedi. Biz de durumdan memnun olduğumuz için sesimizi çıkarmadık. Ama şimdi baktık ki, biriken tüm borcumuzu, üstelik de gecikme faiziyle bir defada ödememizi istiyor.'
Devletin köylüye attığı kazığa bakın."

MEB...
Radikal gazetesi önceki gün bir ilköğretim okulunda mescit açıldığını... Öğrencilere topluca namaz kıldırıldığını fotoğraflarıyla belgeledi. Ve ardından hemen İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü'nün klasik açıklaması geldi;
"Olayla ilgili soruşturma açılmış olup..."
Okurumuz Gönül Hanım telefonda Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'e soruyor:
"Bakanlığınızın okulları denetlemekle görevli binlerce müfettişi var. Ben şimdiye kadar bu görevlilerin okullarda mescit açıldığına ilişkin bir tespitte bulunduklarına tanık olmadım. Bu tür olayların tümü gazeteler tarafından ortaya çıkarıldı. Acaba sizin müfettişleriniz ne iş yapar? İki... Şimdiye kadar açtığınız soruşturmalar acaba nasıl sonuçlandı? Açılan soruşturmaların sonuçlarını hiç duymuyoruz da!"

Tümer...
Askerlik problemi sebebiyle futbol hayatını yurtdışında sürdürecek olan milli futbolcu Tümer Metin, Yunanistan'ın Larissa takımı ile anlaşmış... Haftalardır milli maçların unutulmaz golcüsü Tümer'in askerlik problemiyle yatıyor, Tümer'in askerlik problemiyle kalkıyoruz. Neşe'nin kepek sorunu gibi bir şey. Hiç bitmiyor. İbrahim Kutluay'ın da "askerlik problemi" vardı. O şimdi Yunanistan'da... Tabii problem askerlik değil, bizzat kendileri. Fenerbahçe Burnu'nda bir heykel var. Üst tarafı asker, alt tarafı futbolcu bir delikanlının heykeli... Fenerbahçeli futbolcuların Kurtuluş Savaşı'na katkılarını temsil eder... Kadere bakın şimdi... Fenerbahçe üstelik Genelkurmay Başkanı'nın da kulübü... Görüyorsunuz Tümer'in problemi ne çok boyutlu!

Melih Aşık

22 Ocak 2008 Salı

İstekleriniz Hakkında

Politika Dergisi, okurlarının verdiği görüşler doğrultusunda hareket eden bir dergidir. Bu sebeple görüşleriniz bizim için hayati bir önem arz eder. Görüşlerinizi bizimle paylaşmak için, politikadergisi@gmail.com adresine mail atabileceğiniz gibi, yazılar yazıların sonunda bulunan yorum gönder kutucuğundan, yorum yaptığınız makalenin başlığı kısmına "istekler" yazarak bize görüşlerinizi bildirebilirsiniz. Daha iyi günler dileğiye,

Politika Dergisi

Komedi Trajediye Dönerken...

Tayyip Erdoğan’ın damadının şirketinin satın aldığı atv’de yayınlanan, Halide Edip’in romanından çevrilerek dizi yapılan “Sinekli Bakkal” dizisi yayından kaldırılmış.

Peki, ne için?

Yobaz, Fethullah Gülen’e benziyormuş.

E, ne var bunda gocunacak?

Bu arada, Fethullah Gülen kim?

Emekli vaiz… Farklı bir özelliği varsa, söylesin de yargı da bilsin!

Yoksa bir diktatörlük mü var?

Gizli bir Gülen İmparatorluğu mu mevcut?

Yoksa sadece Çalık grubuna özgü bir durum mu?

Demokratlık yalan mıydı?

Hani, statükoya karşılardı?

Bir dizideki küçücük bir benzerliğe bile -ki bence benzemiyor- tahammülü olmayanlar nasıl demokrat olacaklar?

Laik olmayanın demokrat olma ihtimali nedir? Bence sıfır.

Neden?

Çünkü laiklik olmadan tarikatlar, cemaatler insanları yönlendirmekten öte insanların beynini yıkar. Beyni yıkanmış bir insanın birey olabilme olasılığı kaçtır? Ve bu insanların hür seçim yapabilme ve dolayısı ile demokrasiyi yaşatma imkanı nedir?

Sivilizasyon üniformadan kurtulmak ise, din üniforması(türban, takke, sarık, cüppe) bu sınıfa girmez mi? Özgürlük ise eğer mevzubahis, diğer üniformaya da izin verirsin. Buna da sivil demokrasi diyemezsin. Bu olsa olsa, üniformalı demokrasi olur. Eğer bu yolda ilerleyeceksen, diğer üniformalılara da bir şey demeyeceksin.

İşte bu laik olmayan demokrat(!) arkadaşlar, üniformalı demokrasiden sivil demokrasiye geçeceklermiş. Öyle bir anayasa yapacaklarmış. Yıllardır bu laflara güldük, demokrasi diyene bak, dedik. Ama ne oldu? AB hiç de bizim gibi demedi. ABD, hiç demedi. Yıllardır dini kullanarak kendi zenginlerini çıkaranlar şimdi istediği boruyu da ötürüyor. Hem de hesap vermeden, kimselere sormadan…

Takkesi FG gibi olmuş, yürüyüşü RTE olmuş, bakışı AG olmuş diye diziler kaldırılırsa yakında hiç şaşırmayın. Üstüne üstük buna “sivil demokrasi” denirse hele hiç şaşırmayın.

Çünkü arkasına dışta ve içte belli başlı Atatürk düşmanlarını alan bu dinci-liberal sınıf, o kesimleri sevindirmeye devam edecek. Kemalizme saldırmanın inanılmaz para ve medya desteğiyle bu güç devam edecek. Ta ki, biz uykumuzdan uyanana kadar…

Bu ülkede bu komediyle başlayan süreç, trajedi ile sonlanmadan uykudan uyanılmalıdır. Aksi halde, demokrasi adına şeriatı, şeriat adına kendi egemenliklerini dayatacaklar ve bu bize hiç de komik gelmeyecek. Özel’i bile özelleştiren, çünkü liberalizm diye bize kendi hegemonyalarını dayatanlar, bir gün bizi saçımız uzun diye, eteğimiz kısa diye de yoldan çevirebilirler.

Gün, o gün olmasın! Demokrasi nidalarıyla başlayan süreç, bir imparatorluğa dönmesin!

Emrah ÖZDEMİR

21 Ocak 2008 Pazartesi

Türban Konusundaki Çarpıtmalar ve Köksal Toptan'a Bir Soru

Tartışmaktan sıkılmadığımız konuların başında ne yazık ki türban geliyor. Tartışmayı belki de bir ölçüde hoş karşılayabiliriz; fakat tartışmanın olduğundan çok başka yönlere çekilmesini kesinlikle hoş karşılayamayız.

Türban şimdi de yargıya karşı koymanın, bir aracı olmuştur. Halkımızı bu gerçeği görmesi konusunda uyarıyorum. İki gün önce türbanı tartışırken, bugün türbana karşı konuşma yapan yüksek mahkeme organlarını konuşuyoruz. Türbanın dini bir simge olduğu, türban takan türban kullanıcıları tarafından bile unutur oldu. Artık türban Allah rızası için değil, siyasi bir başarı kazanılmak için takılıyor. İstisnalarsa ne yazık ki, bir şekilde Allah rızasıyla yaşamaya çalışıyor. Bu sebeple baştan belirtelim ki, bu yazı, istisna insanları kapsamamaktadır.

Sayın TBMM Başkanı, Cumhurbaşkanı makamlığının boşalması durumundaki geçici Başkanı, Köksal Toptan, bugün hiç bir kişi veya kurumun Meclis'ten kendini üstte göremeyeceğini belirtti. Yürekten katılıyoruz kendisine; fakat bu konuşmayı ne amaçla yaptı bunu düşünmek gerekir. Konuşmanın sebebi, var olan bir hukuk kuralını savunan hukukçuların çığlığıydı. Köksal Toptan'ın makamını inceleyelim.

Sayın Toptan, TBMM Başkanıdır ve Cumhurbaşkanlığı makamının boşalması durumunda vekaleten makamı dolduran kişidir. Bu sebeple Cumhurbaşkanı Tarafsızlığı konusundaki Anayasal madde nu da bağlamaktadır. Kendisi şu anda TBMM Başkanıyken AKP Propagandası yapan, Bülent Arınç'ın yoluna girmiştir ve bir an önce o yoldan çıkmalıdır. Unutmaması gereken kendisinin AKP'yi değil, yüce Türk Halkını temsil ettiğidir. AKP'nin hassas olduğu türban konusunda, eleştiri yürütmenin dualist yapısındaki Başbakan'ın açıklamalarına karşı yapılmışken, eleştiriyi Meclis'e karşı bir eleştiri konumuna sokmak ne derece doğrudur?

Toptan Türban konusunu çarpıtmakta ve olası bir türbanın serbestliği kanuna karşı çıkabilecek Yüksek Mahkeme organlarına karşı bir duruş sergilemektedir.

Sorulması gereken ise şudur: "Sayın Toptan, bir hukuk yorumuna konuşmalarıyla karşı koyan YÖK Başkanı'na karşı basını toplamamışken, neden Yüksek Mahkeme organlarının konuşmalarına karşı basını yanına çağırmıştır, yoksa Sayın Toptan savunulan veya karşı çıkılan şeylere karşı partisel mi davranmaktadır?"

Meclis Başkanlarının Tüm Halkı Temsil Etmesi Gerekir. Teşekkürlerimle,

Gökhan DAĞ

İktidar - Muhalefet İlişkileri

Yazımızın başında hemen belirtelim, söz konusu iktidar ve muhalefet kavramlarının, başına politik sıfatı getirmek yazıyı daha başarılı kılacaktır. İktidardan kasıt hükümeti elinde tutmaysa, muhalafetten de hükümeti elinde tutamayan; fakat tutmak için var olan, hükümete karşı duran anlaşılmalıdır. Muhalefet olmak risk unsurlarını içinde taşır.

Muhalefetin ve iktidarın güçleri var olan siyasi rejime göre değişmekle birlikte, biz bu rejimlerden yalnızca demokrasi ve totalitarizm (bütünü -yasama, yürütme, yargı- elinde tutan, ona istediği gibi yön veren halk ve diğer her şey üzerindeki baskın rejim, örneğin; Mussolini İtalyası ve büyük bir ölçüde Hitler Almanyası) üzerine yoğunlaşacağız.

Chantal Mouffe ve ondan önceki birçok yazarın belirttiği gibi demokrasi statik (durağan) bir kavram değildir ve her zaman var olanından idealine doğru yol alır. Dönelim Türkiye'ye, demokrasinin statik bir kavram olmadığı belli; fakat demokrasinin "Türkiye'deki ideali nedir?" diye sorduğumuzda olay gelir ve tam da iktidardaki güçte takılır durur. İktidar da, eğer teolojik bir parti varsa ve demokrasi gerçekten demokrasiye yakınsa, demokrasinin ilerleyişi yön değiştirir ve (onlara göre) dinsel bir demokrasye doğru yol alır. Bu yol alışta demokrasinin tam karşıtı olan totaliterizme gider ve daha da kötüsü otokrasiye dönüşebilir. İktidar da eğer komünist bir parti varsa demokrasi önce sosyalist rejime ve sonrasında da komünizme doğru yol alır. İşte bu yol alışta muhalefet, iktidarın karşıt görüşüne sahipse, yolu tıkama faaliyetlerine girişir. Totalitarizme yakın bir rejimde, muhalefetin iktidar tarafından silinmiş olması, demokrasi idealinin artık sonlandırıldığını ifade eder. Muhalefetsiz bir rejim kesinlikle demokrasi değildir.

Totaliter bir rejimden demokrasiye dönüş, demokrasinin totalitarizme dönüşmesinden çok daha zor ve neredeyse imkansızdır. Demokrasi, tataliter rejimi düşleyenlere ev sahipliği yaparken, totalitarizm, demokrasi yanlılarını deyim yerindeyse sistemin dışına kovalar. (Eğer hala kaldıysa) Muhalefetin, totaliter bir rejimde demokrasiyi savunması oldukça güçsüz bir savunmadır. Zaten iktidar tarafından da bu savunma yerle bir edilecektir.

İktidar ve muhalefet ilişkilerine bu kadar yoğunlaşmakla, aslında iktidar ve muhalafetin oluşmasına yol açan halkı unuttuğumuzu düşünüyorum. Halk totaliter bir rejimde sadece haktır ve gücü oldukça sınırlıdır. Halk korkutulmuştur. Demokrasi de ise halk totaliter halkın deyim yerindeyse nirvanasıdır. Demokrasi halkı evrimleştirir. Totalitarizmin bertaraf edilmesindeki, belki de tek güç, sınırlı güce sahip olan halktır. Demokrasinin bertaraf edilmesi ise güçlü bir iktadar ve halk desteğiyle olacaktır.

Bu sebeple, iktidar ve muhalefet ilişkilerine bir de bu yönden bakmakta fayda vardır. İktdarlarımıza sınır destek verebiliriz; fakat demokrasi mi yoksa dinsel bir demokrasi mi istediğimizi anladıktan sonra. Saygılarımı sunuyorum.

Gökhan DAĞ

20 Ocak 2008 Pazar

Doğru Kişiler ve Doğru Seçimler Üzerine bir Pazar Yazısı

Babam okul hayatım boyunca bana "Arkadaşını iyi seç kızım.Hayatta en önemli şey arkadaştır." derdi..

Otuzlu yaşlarımda, geriye dönüp baktığımda, iyi seçilmiş arkadaşların, pot yapmayan elbise , dar ya da bol olmayan gömlek , mideye oturup rahatsız etmeyen yemek, rahatça okunan kitap gibi insanı rahatlattığını görüyorum..
Gerçek arkadaş da insanın üstüne cuk oturur , bunaltmaz daraltmaz , destek olur, ileri götürür, katar , çoğaltır , gerektiğinde senin için herşeyi düşünmeden yapar..
Güvenirsin , hiçbir zaman kazık yemeyeceğini , eğer hata yapıp düşersen ona sığınabileceğini sana destek olacağını bilirsin..
Geçmişe baktığımda, az sayıdaki dostlarımın yukarıdaki tanıma uyduğunu görüyorum..Bu konuda şanslıyım.. Ancak bu eleği çalıştırıp, üstünde kalanları görene kadar da az üzülmedim..

İnsanı en çok, değer verdiği ve güvendiği insanların ihaneti üzüyor sanırım.. Geçmişte birçok kereler üzüldüm.. Canım acıdı.. Çünkü güvenmiştim..
Ama ne kadar seversem seveyim, eğer ihanete uğradıysam ve bu karşı tarafca bilerek yapıldıysa bunu asla affetmedim.

Okul bittikten sonra da her endişeli Türk Babası gibi babam bu sefer beni karşısına alıp,
"Sana hep arkadaşını iyi seç derdim hatırlıyormusun? İnsanın hayatındaki en önemli seçim eş seçimidir.Arkadaşını seçerken nasıl dikkat ediyorsan hayat arkadaşını seçerken de öyle dikkatli olmalısın" demişti.
Gerçekten de, hayat arkadaşı yani eş de insanın hayatının yönünü çizen seçimlerden biridir.. Eş olarak seçtiğiniz insanla birlikte hayat tarzınız , yaşamınız ve hayattan aldıklarınız farklılaşır..

"Adı Politika Dergisi olan bir dergide neden böyle şeyler yazıyor bu kız.. Elif Şafak gibi kendinden bahsedesi mi geldi? Bunları biz de biliyoruz"
diyebilirsiniz..

Elif Şafak ya da Perihan Mağden gibi devamlı boş boş kendimden bahsedecek değilim tabi.
Gelelim konunun dergiyle ilgili kısmına..

Türkler, Dünya tarihinde uzun süredir aktif olarak yer almaktadır.. Atatürk'ün Türk Tarihi Projesinden haberdar olanlar onun, "Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir" sözünü hatırlayacaklardır.. Türkler düşmanları tarafından tarih boyunca korkutucu bir ırk olarak görülmüşlerdir..Bunun nedeni sadece Türklerin savaşçı yapıları değil zeka'ları, ulus olma bilinçleri , bağımsızlıklarına düşkünlükleri ve kararlılıkları'dır.
Şanlı Türk tarihine baktığınızda, Dünya Tarihinde Türklerin yerini daha net görebiliriz..

Türk tarihinin en zavallı evlatları bizleriz. Zira isteyerek ya da istemeyerek yaptığımız seçimler, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde yazılan o destandan sonra Türk tarihinin en kişiliksiz parçası olarak yargılanmamıza neden olacaktır , Türk Ulusu'na yakışmayacaktır...
Tabi eğer bundan sonra, Türklerin Özgür bir tarihi olacaksa..

Çünkü, arkadaşımızı,eşimizi seçerken bile ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini bilen bizler, ne yazık ki başımıza getirdiklerimizi doğru seçemedik..
Birkaç çuval kömüre , üç beş çuval pirince kandık..
Ve Türk tarihi 21.yy başlarında bambaşka bir sürece geçti..
Başımızdakiler ve yandaşları her türlü haksızlık ve hukuksuzlukla şanlı tarihimizi silip alaşağı ettiler..
Ve bu duruma fikren karşı olan bizlerle birlikte, onlara güvenen ve destekleyen saf! halkı da sattılar.
Karşı çıktığımız herşey kılıfına uyduruldu..

Ve biz , olur mu, olmaz mı derken..
Türban gibi bir "Siyasi Simge"yle gizli kapaklı işlerin örtülmesine,
Dindarlık adı altında ülkenin türlü şekillerde bölünmesine,
satılmasına,
ulusal yapısının parçalanmasına,
değerlerinin kaybedilmesine,
ve borç içinde , üretemeyen köleler haline getirilmemize göz yumduk..
Yumdurulduk..
Arkadaşını,eşini seçerken bile bunca titiz davranan bizler, başımızdakileri seçerken bu titizliği gösteremedik.
Kılavuzu karga olanın burnu boptan çıkmazmış diye bir söz var..
Korkarım ki Türk Ulusu , kendine kılavuz olarak leş kargalarını seçmiş olduğundan, burnu o BOPtan çıkamayacaktır.

İsteyerek ya da istemeyerek bir seçim yaptık.
Bu seçimler Türk Ulusunun genel karakterini yansıtmıyordu, ancak yapıldı.
Ve doğal olarak, yaptığımız seçimlerle doğru orantılı bir yaşamımız ve geleceğimiz olacak..
Tarih, bu insanların bizi yansıtmadığını yazmayacak çünkü..Nasıl da kendimize uygun BAŞ'lar bulduğumuzu ve sonumuzu yazacak.
O zaman, başımızdakileri dindarlıklarına ya da avantalara güvenip bu yerlere getirenler, bu BAŞlara güvenip tüm ulusun sonunu hazırladıkları için, onları affetmemizi beklemeyecektir umarız...
Çünkü seçimlerini doğru yapmadılar ve yaptıkları bu seçimler, bizler gibi, onların da sonudur.

İşin ilginci ise, bütün bunları adına sığınıp yaptıkları Allah da onları affetmeyecektir.

İşte onlar'a iyi pazarlar..




özgürpınarışık

Vergi Sistemindeki Çarpıklıklar

Kamu giderlerinin finansmanını sağlayan en önemli kamu geliri vergidir. Ancak Ülkemizde vergi sistemindeki çarpıklıklar ve kanunlardaki yaptırımların yetersizliği nedeniyle vergi kamu giderlerinin finansmanı için yetersiz kalmıştır.

Bunu düzeltmenin birçok yolu var. Ama nedense bu yollardan hiçbiri denenmiyor. Yaptırımların yetersizliği bürokratların çıkarcı ideolojileri nedeniyle düzeltilmiyor. Bu yanlış bir uygulamadır. Bunu kabullenmek söz konusu bile olamaz ama diyelim ki onları anladık. Peki diğer yollar neden denenmiyor? İşte buna bir türlü aklım ermiyor. Mesela vergi bilinci oluşturmak çabasına girilebilir. Çok zor bir yöntem olabilir ama kazandığımız her birey bizim için önemlidir. Sistem böyle devam ederse yani suçlar cezasız kalmaya devam ederse IMF’ ye bağlılığımız devam edecek. Bireyler bunu neden hala idrak edemediler. Peki, ‘’kendini düşün ülke batarsa batsın’’ diye düşünen bencil çıkarcı insanlarla aynı toplumda yaşamak için bizler ne yapmış olabiliriz? Bana tüm bu soruların cevabını verebilecek kişilerden biriyle yaşadığım diyaloglardan biri şöyleydi;

Bundan dokuz yıl öncesiydi. Vergi dairesi başkanına küçücük bir bedenle ama adaletsizliğe karşı çıkan kocaman bir yürekle ‘’ Düşük gelirliler vergi kaçırdıklarında bunun cezasını fazlasıyla öderken, yüksek gelirliler ülkemizden kaçırdıklarını yurt dışında rahatça harcıyorlar. Bu konuda neden önlem almıyor, onları neden cezalandırmıyorsunuz?’’ sorusunu sormuştum. Cevabı ise ‘’ emin olun bu konuda sizden daha hassasız. Bu çözülecek çok yakında…’’ diye devam eden aptal politikacı yalanlarından ibaretti. Aradan dokuz yıl geçti. Hala hiçbir şey çözülmedi, aksine her şey gün geçtikçe bozuluyor. Bunu hesabını kim verecek? Cevabı çok açık suç var yine ceza yok… Halkımın hakkına sahip çıkmayanlar vicdanları rahat mı uyuyorlar? Çok yazık ne diyeyim... Yazımı kayıt dışı yaratanları cezalandıracak ve bürokratları akıllandıracak bir çözümle son vermek istiyorum.

Vergi sistemindeki çarpıklıkların düzeltilmesinin en etkin çözümü bir denetim mekanizması oluşturmak ve yaptırımların zayıflığını göz önüne alarak bunları düzeltme yoluna gitmektir. Yeniden seçilememe korkusu olmadan ülkenin geleceği için fedakârca davranan bürokratlara önemle duyurulur ( ki böyle bir bürokrat varsa).

Ezgi Özdemir

Yatacak Yer Meselesi

Yine türban ve yine tartışma. Sayın Başbakan R. Tayyip Erdoğan , Yargıtay ve Danıştay'ın türban konusundaki çıkışları üzerine herkesin yerini bilmesi gerektiğini söyledi. İrdeleyelim;

Sayın Başbakanımız, türban konusunun tek cümle ile çözülebileceğini söylerken kendisinden çok emin gözüküyordu. Aynı görünüşü karşıt söylemlerle hukukçularımız da göstermişti; fakat bu hukukçu duruşuna Erdoğan'dan sert bir tepki geldi: "Kuvvetler Ayrılığı varsa herkes yerini bilecek." Başbakan yine kendinden emin bir görüş sergiledi; fakat bu eminliğin arkasında söylediklerinin çelişkili olduğunu bilmeyişi vardı. Bu çelişkiler üzerinde durmak gerekiyor.

Her şeyden önce bir ülkede kuvvetler ayrılığı varsa, ayrı kuvvetlerin ayrı söylemlerde bulunabilmesi oldukça doğaldır. Ayrı söylemler zaten herkesin yerini bildiğini gösterir. Yasama ve yürütmenin, farklı söylemlere imza atabileceği, bir kuvvetler ayrılığı göstergesiyse, yürütme ve yargının da farklı söylemlerde bulunabilmesi kuvvetler ayrılığının göstergesidir. Asıl kuvvetlerin ayrılığının karmaşaya düşmesi, yürütme ve yasamanın aynı ellerde toplanmasındadır. Başbakan ayrılığı birleştiren faaliyetlerle bu ülkeyi yönettiği için, kuvvetler ayrılığının, kuvvetler birliğiyle farklılığını çözememiştir.

Biliyorsunuz ki Erdoğan hükümeti, yargı organlarını hükümetin seçmesi için oldukça büyük uğraş verdiler. Kuvvetler ayrılığı demek, bu demek değildir. Siz çıkıp işinize geldiğinde kuvvetler ayrılığını ön plana çıkartır, işinize gelmediğinde kuvvetleri birleştirmeye çalışırsanız, bu sizin politik tutarsızlığınızı gösterir.

Ayrıca (Cumhurbaşkanı'ndan sorumlu) Başbakanımız, "Yargı makamı ihsas-ı rey makamı değil. Onlar da makamlarının gereğini Anayasa’nın tayin ettiği şartlar içerisinde yapmaya mecburdur" söylemiyle konuya başka bir bakış açısıyla baktı. İhsas-ı rey; önceden taraflılığını göstermek anlamına gelir. Yargı organları tarafsızdır, buna kimsenin itiraz etiği yok; fakat yargı organlarının kurallardan taraf olması gerektiğine dair de bir itiraz yoktur. Nitekim Başbakanımız, yargı organlarının Anayasa'ya göre davranmaları gerektiğini güzelce dile getirmiştir. Çelişki ise burada doğmaktadır. Anayasa Mahkemesi, anayasal bir kurumdur ve verdiği karalar bağlayıcıdır. Bu kararları savunmaksa anayasa da belirtildiği gibi hukuksal kurumların öncelikli tercihidir. Hukukun kabul ettiği bir konudan yine hukuk organlarının taraf olması, ihsas-ı rey diye nitelendirilemez. Hukuk, hukukun arkasındadır. Nitekim de, konuşan hukukçular kendi özel görüşlerini değil, organlarının görüşlerini yansıtmışlardır.

Son olarak AKP'li hukukçular da türban konusunun bir cümleyle çözülmesinin imkansız olduğunu belirtmişlerdir. Kural koymak ciddi bir iştir ve kesinlikle ayak üstü konuşmalarla belirlenebilecek bir iş değildir. İnsanlara bu işin çok kolay olduğu izlenimi yaratmak eğer bir amaçsa Başbakanımız bu amacına ulaştığını zannetmektedir.

Kuralları, tanımları işimize geldiği gibi yorumlamak ve bunu da bilgisizliğimiz üzerine temellendirmek, herkesin yerini bilmesiyse, bu aynı zamanda yatacak yerinin olmadığının da bilinmemesidir. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ

19 Ocak 2008 Cumartesi

Rejim değişikliği ihtimali üzerine aforizmalar

Bugünlerde bir umutsuzluktur aldı başını gidiyor. Kime sorsam "bitti bu iş" diyor. Adamlar bütün kadroları ele geçirmiş. Türban Çankaya'ya kadar girmiş. Adamlar suyun başını tutmuşlar bir kere (!) ülkeyi parsel parsel satmışlar. Laiklikden ödün üstüne ödünler verilmiş. Medya desteğini yanlarına almışlar, diledikleri haberleri yayınlatıyorlar, diledikleri haberleri yayınlatmıyorlar. Yargının başını tuttular, YÖK başkanını kendilerinden seçtiler vs. vs. Ülkem adına çok kötü bir manzara... Bu gidişatın çok iyi olduğunu söyleyen bir de karşı görüş var tabi. Demokrasimizin laiklikden ödünler vererek çok daha güçlendiğini söyleyenler, her iktidarın kendi kadrolarıyla çalışmasının normal ve gerekli olduğunu söyleyenler, devlet kapısında kırtasiyeciliğin azaldığını söyleyenler. Bu karşı görüş AKP nin yeni anayasasıyla beraber büyük ihtimalle ülkenin aydınlık günlere ulaştığını filanda söylemeye başlayacaktır.

Halkın büyük bir oy çokluğu ile parlementoda temsil ediliyor olması, DTP nin meclise girmiş olması çoğulculuk adına belki demokrasimizin gelişimişliğine bir işaret olabilir. Ancak laiklikten ödünler vermek, devlet katında ödünler vermek demokrasi için bir kırmızı alarmdır. İslamiyetin tek laik ülke türkiyede kazandığı bir zaferin habercisidir...

Devlet kurumlarında önemli mevkilere, kilit makamlara anti-laik kesimden kadroların getirilmesi; bu mevkilerin laik düşünceye kapatılması türbanın serbest bırakılmasından daha tehlikelidir. Bu şekilde bir kadrolaşma tek bir düşünceye hakim olan devlet kurumları yaratır ki bunun adı totaliterizmdir. Yasama, yürütme ve yargı tek bir dünya görüşü etrafında toplanıyorsa bu totaliterzmin habercisidir. Bu dünya görüşü, real dünyayı yadsıyan, metafizik dünyayı yüceleştiren bir görüş ise yani dini görüş ise bu ülkenin karanlığa doğru yol aldığının, en azından devlet kurumlarının karanlığa doğru çekildiğinin göstergesidir. Komşumuz İran da bu yollardan geçmiş ve ülke yönetimini din adamlarına bırakmış, Mollaların iktidarda olduğu bir siyasi rejime geçmiştir.

Türkiye, İran olur mu? Bugünlerin en popüler sorularından biri. Soruya doğru bir cevap vermek istersek öncelikli olarak anlamamız gereken şey Türkiye'nin İran olmasının ne anlama geldiği? Türkiye'nin İran olması Türkiyenin toplumsal bir dönüşüm yaşaması anlamına gelir. Türkiye laiklikten - şeriata geçebilecek bir dönüşüm yaşayabilir mi ? Benim kanatim, Türkiye asla İran olamaz. İranın toplumsal yapısı ile Türkiyenin toplumsal yapısı arasında 100 yıl öncede bir uçurum vardı, bugünde bir uçurum var. İran halkı bir mozaikse, Türkiye bir alaşımdır. İranda farklılıklar yıllarca hor görülmüştür. Türkiye ise, imparatorluk kültürünün getirdiği bir hoşgörü ülkesi olmuştur çoğu zaman. Farklı unsurlar bir arada yaşatılmıştır. Bunun gibi bir çok kültürel farklılığımız var komşumuz İranla. Bu nedenden ötürü, ülkemi yönetenler her kim olursa olsun, her ne düşünceden olursa olsun, iranlaşmak gibi bir korkum yok...

Öte yandan tarihsel bir gerçektirki, ülkelerin kaderlerini değiştiren devrimlerin arkasında ekonomik gücü olan kimseler olmuştur. Fransa devriminde vergilerden isyan eden sadece fakir halkmıydı ? Amerikan kolonileri İngiltereden bağımsızlığını isterken, malum bildirinin altında fakir halkın mı imzası vardı sadece? Ekonomik elitler olmadan hiçbir devrim gerçekleştirilemez. Peki bakalım bizim ülkenin ekonomik elitlerine? Bu kesimde hiç şeriat rejimini isteyen olabilir mi ? Şeriat rejimi geldiğinde ekonomik sistem topyekün bir değişime uğrar ve bu değişim kapitallerin aleyhinde olur. Bizim kapitallerimiz yani sermayedarlar böyle bir değişim isterler mi? Kâr güdüsüyle çalışan holdingler kendilerini yok edecek olan bir değişimi isterler mi ? Akbank, Koç-Yapıkredi ve İşbankası birleştiklerinde, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankasından daha büyük bir güç haline geliyor. 3 özel banka birleştiklerinde devletten daha güçlü bir ekonomik güç oluyor. İranda böyle bir ekonomik yapılanma yoktu. Fabrikalarımız, Bankalarımız, Özel sermayemiz güçlü olduğu sürece, serbest piyasa ekonomisi hakim olduğu sürece şeriat sınırlarımızdan içeri giremez.

Din, AKP gibi zihniyetin nemalandığı, onları iktidarda tutan bir metadır artık. AKP iktidardan para kazanıyor, ihalelere giriyor, çoluğuna çocuğuna gemi-cik alıyor, şeriat gelirse bunlar olmayacak, bu lüks AKP içinde yaşanmayacak. Demokrasi bazen kendi bidiği dalı kesebilir, ama para hırsı bindiği dalı kesmez. Üzülerek söyleyelimki, son 5 yıllık iktidar dönemi içinde AKP liler ne kadar çok para hırsı içinde olduklarını gösterdiler, Ali Dibolar, Kemal Abiler, Paket yumurtalar, gemicikler vs. Onlarda bu hırs, kazan-daha çok kazan hırsı olduğu sürece bir rejim değişikliğine gitmezler.

Deniz Bilen

18 Ocak 2008 Cuma

Medyanın Gücünü Tartışalım !

"Medya, küreselleşme çağının büyüyen devi midir yoksa küçülen, belirsiz ölçekli işletmesi midir?" sorusunu temel kabul edersek, birkaç katlı bir bina oluşturduğumuzda, binanın yıkılma tehlikesi oldukça yüksektir. Daha anlaşılır bir ifadeyle yazımın konusunu belirtirsem, medyanın konumu ve medyanın bu konumunun tehlikeleri, yazımın konusunu oluşturuyor.

"Medya ele geçirilebilir bir araç mıdır veya böyle bir araçsa bunu ele geçirmek ne kadar doğrudur?" sorusuna verilebilecek bir cevap rejimin niteliği belirleme de nasıl ki etken kabul edilebilirse, medyanın büyüklüğü de medyanın küçüklüğüne terstir ilkesi o derece kabul edilir(mi?). Bu yazı büyüklüğün küçüklükte yok oluşunu resmetmek için yazılmıştır.

Medya toplumları etkileyen önemli bir mekanizmadır. Küreselleşme çağında ya da bu popüler kavramı bir kenara bırakacak olursak medyanın var olduğu her anda, medya halkı etkilemeyi başarmıştır. Yazılı ve görsel kuruluşlar halkı tarafsız bir şekilde etkileme amacının araçları konumundadır. Peki bu halkı tarafsız bir şekilde etkileme amacının başka amaçların aracı olduğunu kabul edersek ne olur? Tartışalım;

Amaçlara hizmet eden, aracı bir medya kendi öz amaçlarının dışında kalır ve bu olay medyanın büyüklüğünün bir küçüklük göstergesidir. Birkaç soru daha sorarsak, tarafsızlığını yitirebilecek büyük bir kuruluş ne kadar büyüktür veya bazı çevrelerin güdümünde özsel amaçları gerçekleştirebilmek ne kadar mümkündür?

Yeterince çok soru sorduğumu düşünüyor olabilirsiniz; ama soru sorma işlevini yitirten bir medyaya sahip olduğumuz için bu yazımda bu özgürlüğümü sonuna kadar kullanmak istediğim için lütfen beni bağışlayın ya da isterseniz bağışlamayın.

Yukarıdaki paragrafta önce doğru olanı yaptım. Sonrasında ise okuyucuma saygısızlık göstererek onu umursamadığı söyledim. Bunu yapmamdaki amaç, bir an için medya gibi davranabilmektir. Medya önce hedef kitlesini güzelce uyutur ve sonrasında onlara öldürücü darbeyi vurur. Bu darbeyi vurmasının sebebi ise medyanın güdümünde olduğu kuruluşların isteğidir. Politik açıdan 3 tür medya vardır. Bunlar;

1- İktidar yanlısı bir medyanın bulunduğu, bir ülke de gerçekler, hep gerçeklerdir. Tıpki gerçeklerin de yalan olabildiği gibi.

2- Muhalefet yanlısı bir medya ise, yalanları gerçekmiş gibi gösterebilme tehdidini içinde barındırır. Önemli olansa gerekleri çoğu kez içinde barındırabilmesidir.

3- Tarafsız bir medya ise, doğruyu doğru, yanlışı ise yine olduğu gibi gösteren medyadır.

Türkiye'de var olan ağırlıklı durum ise ilk sayılan durumdur. Diğer söz konusu durumlar ise azınlıktadır.

Sonuç olarak, çok güçlü olabilmek ancak sizden daha güçlü olabilen birinin varlığının olduğu ana kadardır. Teşekkürlerimle, okumadaki sabrınız ve ilginiz için.

Gökhan DAĞ


17 Ocak 2008 Perşembe

Özgürlükler! Ülkesi Türkiye..

Radyoda haberleri dinliyoruz..Diyor ki;

TBMM Adalet Komisyonu, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, 9 maddesini bir kez daha görüşülmesi için iade ettiği Vakıflar Kanunu’nu aynen kabul etti.

Yani ne oldu?

Yabancılar, Türkiye’de hukuki ve fiili mütekabiliyet esasına göre yeni vakıf kurabilecek. Vakıflar, izin almadan mal edinebilecek, malları üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilecek. Vakıflar, vakıf senedinde yer almak kaydıyla, amaç ve faaliyetleri doğrultusunda, uluslararası faaliyet ve işbirliğinde bulunabilecek, yurtdışında şube ve temsilcilik açabilecek, üst kuruluş kurabilecek ve yurtdışında kurulan kuruluşlara üye olabilecek. Vakıflar, yurtiçi ve yurtdışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan, ayni ve nakdi bağış ve yardım alabilecek, yurtiçi veya yurtdışındaki benzer amaçlı vakıf ve derneklere ayni ve nakdi bağış ve yardımda bulunabilecek.

Geçen sefer de yasayla o kadar ilgilenmiş,takip etmiş ve Ahmet Necdet Sezer iade ettiğinde kurtulduğumuzu sanmıştık.
O kadar çok olayla karşılaşmıştık ki aslında unutmuştuk da Vakıflar Yasa Tasarısını..

Ama ne demişler?
SU UYUR DÜŞMAN UYUMAZ!
Neden böyle diyorum bir bakalım..

"Erdoğan Amerika'da Türk- Amerikan ilişkilerinin, partisinin iktidarı sırasında da, dünya barışına en iyi katkıda bulunacak şekilde gelişeceğini vaad etti. Erdoğan şöyle konuştu: "İnanıyorum ki, Türkiye bulunduğu bölgede, özellikle İslam kültürüyle demokrasinin buluşmasına katkıda bulunacak adımları atacak. Türkiye, gerek Kıbrıs’ta, gerek Irak, gerekse Avrupa Birliği’ne giriş konusunda bütün kararlılığını en ideal şekliyle sergileyecek ve ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİ olma istikametindeki gayretini devam ettirecektir.”

Yeni değil. 11/12/2002'de vaad etmiş bunları Erdoğan.
Yine ABD ziyaretinde..

Ahmet Necdet Sezer şu sıralar ne yapıyor acaba?
Aslında onun engel olmaya çalıştığı bu çivileri madem tabutumuza geri çakacaklardı sadece ertelemiş mi olduk diye düşünmeden edemiyoruz.
Hani diyoruz ya, bankalar,özelleştirme, anayasa işin sonu, işte vakıflar kanunu da sona giden yolda atılan adımlardan biri..

Türkiye artık bizim bildiğimiz, büyüdüğümüz, alıştığımız Türkiye değilmiş gibi mi geliyor size?

O zaman biraz daha bekleyin.

Ulusalcı komplo teoricilerinin paranoyaklıkları nasıl birer birer gerçekleşiyor göreceksiniz..

Burası bundan böyle, dörtnala gelip uzak asyadan bir kısrak başı gibi akdenize uzandığımız Anadolu değil ,

Burası yabancılara peşkeş çekilen güzel bir fahişe ülke ve biz de yabancıları eyleyen animatörler-hizmet sektörü köleleri olacağız.

Burası İstantinapolisi,
Unutulmuş ve içi boşaltılmış başkent Ankara'sı ,
Yabancılarca paylaşılmış sahil şeridi ,
ABD ve İsrail kontrolündeki kürtlere verilmiş doğu bölgesiyle,
Bir yanda türbanlıları-tarikatçıları, bir yanda her türlü sapkınlık ve umursamazlık içindeki elit!iyle, bir yandaysa ezilen halkıyla,

Özgürlükler! ülkesi Türkiye..

Tabi Yerseniz!

Özgür Pınar Işık

16 Ocak 2008 Çarşamba

Derin İşler !


Trabzon'da rahip Santoro'nun İstanbul'da Hırant Dink'in... Son olarak da Malatya'da üç kişinin katlinin öncesi ve sonrasında yaşananlara bakıyoruz. Cinayetler aralarına adeta karbon kâğıdı konmuşçasına benzeşiyor... Sanıklar polisin yakından tanıdığı, hatta takip altında tuttuğu isimler... Hrant Dink'in katillerinin hedefinde kimin olduğunu Trabzon polisi de biliyor. Ama önlem almıyor veya alamıyor. İstanbul polisine ihbar yapılıyor. İstanbul polisi de cinayete seyirci kalıyor.
Malatya katliamının önceki günkü duruşmasında tutuklu sanıklardan Hamit Çeker, olayın bir numaralı sanığı Emre Günaydın'ın Malatya Emniyet Müdürü ile oturup kalktığını duyduğunu anlatıyor...
Bütün bu olaylarda polisin kâh büyük bir zaaf... Kâh soruşturmayı saptırmak, delilleri bozmak, karartmak gibi bir tutum içine girdiği görülüyor.
İlginçtir... İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Hrant Dink'in öldürülmesinde ihmali bulundukları gerekçesiyle bazı polis şefleri hakkında soruşturma yürütülmesini talep etti. Trabzon Valiliği buna izin vermedi.
Polis isterse en karmaşık olayları şıp diye çözerken, Trabzon ve Malatya soruşturmaları neden çıkmazdan çıkmaza giriyor? Belli ki polisin içinde diğer devlet kuruluşlarına da uzanan güçlü bir illegal örgütlenme var. Hükümet bu örgütlenmeye karşı seyirciliğin ötesinde ne yapıyor? Olaylarda iki savcı ve iki TSK mensubunun adları geçiyor. Adalet Bakanlığı ve TSK ayrıca soruşturma yapıyor mu? Yoksa bu ülkede hukuk tamamen sıfırlandı mı?

Merkez Bankası'nın taşınma gerekçesi "İstanbul'un finans merkezi olması"ymış. Bu mantığa göre TBMM'nin de en çok seçmen vatandaşın yaşadığı İstanbul'a taşınması gerekmez mi?
Haldun Ertem

Ankara'dan İstanbul'a illa bir kurum gidecekse, Ankara Büyükşehir Belediyesi gitsin...
Ankaralı - Gülhan Elmas

Belge'de belge yok!
Murat Belge'nin "Cumhuriyet Bizans'ı sistematik şekilde tahrip ediyor" iddiasının doğru olmadığını geçen pazar günü örneklerle anlatmıştık. Murat Belge dünkü Radikal'de cevap niyetine bir yazı yazdı. Bizim yazdıklarımızın çoğunu onaylıyor. Bizans'ı tahrip eden cumhuriyetçi olarak bula bula cumhuriyetin tasfiye ettiği ırkçı Rıza Nur'u bulmuş. Rıza Nur, Kurtuluş Savaşı sırasında Topal Osman'a Rum kiliselerini yık emri vermişmiş. Bir de Vefa kilisesinin kubbesindeki freskoların sıvanması var...
Cumhuriyetin Bizans'ı sistematik tahribiyle ilgili örnekler işte bu kadar!
Biz ise Atatürk ve cumhuriyetin Bizans, Roma, Hitit dahil tüm eski uygarlıkları nasıl ihya ettiğine sayısız örnek vermiştik... Belge'nin belgesi yok ama tafrası bol, şöyle demiş:
"...bilgileri Melih Aşık düzeyinde birilerini ister Bizans tarihinden, isterse yakın tarihten birkaç kere okuturum..."
Hoca kuşkusuz çok yetenekli biri... Yoksa öyle her önüne gelen eski solcuyu devşirip cumhuriyeti yıkım ekibine dahil etmezler...

Türban ve tülbent
Tayyip Erdoğan İspanya'da önemli bir açılım yaptı: "Türban siyasi bir simge olarak takılsa suç mu ki?" diyerek türbanın siyasi simge olarak kullanılmasını savunma çizgisine girdi...
Son kitabı Muinar'da türbanı işleyen değerli yazar Latife Tekin, Erdoğan'ın sözlerinden bir gün önce, Hürriyet'te Ayşe Arman'ın sorularını yanıtlarken işte bunu, türbanın anlamını tartışıyordu...
- Başı kıymetli tabii insanın, beyni var, hassas bir organ, orayı korumak ihtiyacı hissedebilirsin, o nedenle de bir şeyler sarabilirsin kafana. Ama burada tuhaf olan, bütün bu insanların hep aynı biçimde sarıyor olması. Ben kafayı buna takıyorum.
- Ama "Ben kendi isteğimle örtündüm!" diyen bir sürü kadın var.
- Benim de kendi isteğiyle örtündüğünü söyleyen dostlarım var. Onlarla aramızdaki tartışma şu: İyi tamam, örtünmek istediniz, böyle bir ihtiyaç hissettiniz, o zaman başınıza bir şey atarsınız ama bu yaptığınız şeyin bir formu ve biçimi var. Bu, tasarlanmış bir şey. Eğer inancınız doğrultusunda, Allah'a kendinizi daha yakın hissetmek ya da sevdirmek için yaptığınız bir şeyse, bunun bir ortak biçimi olamaz.
Latife Tekin, Anadolu kadınının örtüsünün tülbent olduğunu, bununla gözyaşını sildiğini, çocuğunu örttüğünü, yoğurt süzdüğünü anlatıyor ve soruyor:
- Türbanla yoğurt süzebilir misin?
Ve sözü şöyle bağlıyor:
- Türban kadınlar için bir özgürleşme aracı, diyenler var. Ben katılmıyorum. Türbanı tek başına konuştuğumuz zaman doğru olabilir ama büyük fotoğrafa baktığımızda, iktidarda olan partinin bayraklaştırdığı bir simge. Hiç de masum değil.

Gül'ün adaleti
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül ve yanındakiler Washington'da Cafe Milano'da yemek yemişlerdi. Yemekte servisi lokantanın Türk garsonu Kerem Çelik yapmıştı. Kerem yemekten sonra gazetecilerin ısrarlı sorularına dayanamayarak yemekte istakozlu makarna falan yendiğini, hesabın 500 dolar olduğunu, bahşiş dahil hesabın Türk Büyükelçiliği'ne gönderildiğini anlatmıştı.
DHA'nın haberine göre, bizim büyükelçiliğin şikâyeti üzerine Cafe Milano Kerem'in işine son vermiş. Haberi yalanlayan yok. Hesap devlete ödetilmiş işte. Suç bunu açıklamakta! Ne adalet?

Melih Aşık - 16.01.2008

Politika Dergisi'nden Haberler...

Politika Dergisi son zamanlarda yine bir çok atılıma imza atmıştır.

Bunlardan bazıları,

1- Yeni yazarlarımızı dergimize eklemek amacıyla; Milliyet Gazetesi Yazarı Değerli Melih Aşık ile Zaman Gazetesi ve Aktüel Dergisi yazarı Nihal Bengisu Karaca ile irtibata geçilmiştir. Kendilerini en kısa zamanda yazılarıyla Politika Dergisi'nde görmek istediğimizi siz okurlarımızla, ilk günden bu güne benimsemiş olduğumuz açıklık ilkesi gereği paylaşıyoruz.

2- Politika Dergisi, röportajlarıyla gündeme damgasını vuracak projeler peşindedir. Ermeni Sorununu; Ermeni kökenli bir sanatçımızla irdelemeyi düşünen Politika Dergisi, ayrıca Isparta Kazasıyla ilgili gerçeklerin de peşindedir.

3- Ayrıca Emete Gözügüzelli yazılarıyla bugünden sonra Politika Dergisi'nde olacaktır.

Bize olan desteğinize sonuna kadar layık olmak için çalıştığımızı belirtir saygılar sunarız.

Politika Dergisi Adına; Gökhan DAĞ

14 Ocak 2008 Pazartesi

Akdeniz Projesinin TÜRBAN Gerisi

Siyasetten hoşlanmam..
Siyaset bir şekilde arsız insanların eline geçmiştir, onurlu insanlar hilekarlığı bilmediği için saf dışı edilir.. (bknz.D.Baykal)
O nedenle yolsuzluklar midemi bulandırır..
Hala çözülemeyen faili meçhuller kafamı karıştırır..
Sanki çoğu siyasetçinin söylemek istediğinin altında hep başka bir şeyler vardır ve bu şeyler bizim zararımızadır..
Hiçbir zaman sizi mahvediyoruz diye yapmazlar bize bunları..İyilik yapıyormuş havasındadırlar..Kandırmaktadırlar bizi..
Siyaset kaypak bir zemindir..Üstünde kaypak olmayan insanlar durmakta zorlanırlar..

Güzel şeylerle ilgilenmek yerine (güzel müzikler, güzel yerler, güzel kitaplar,güzel filmler, bilim ve sanat gibi) siyasetle ilgilenmemin nedenleri var..


Başbakan bugün İspanya'da şöyle demiş.

"Velev ki bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz? Simgelere bir yasak getirebilir misiniz? Sembollere bir yasak getirebilir misiniz? Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak var?"


Başbakan, Turgut Özal'a öykünüp anlamamazlıktan mı geliyor bilmiyorum ama,benim türbanla ilgili bir sıkıntım yoktur..
Açık ya da kapalı isteyen herkes istediği komik şekillere sokabilir kendini..

Arslan Bulut "Erdoğan'ın Türbanla Örttüğü Sırlar" Yazısında aslında Tayyip Erdoğan'ın her zamanki gibi TÜRBAN'la örtmeye çalıştığı sırları ve daha yeni hırlaştığı Sarkozy'le yaptığı İspanya gezisini şu şekilde analiz ediyor;

"Tayyip Erdoğan’ın söylediği, “AB’nin alternatifi olarak böyle bir projenin içinde yer almayız” şeklindedir! Ya Barroso’nun dediği gibi olursa? O zaman olur mu? Zaten, Türkiye-AB ilişkileri adeta dondurulmuştur. Türkiye, PKK meselesini çözebilmek için yeniden tam anlamıyla ABD yörüngesine girmiştir. ABD’nin istediği ise İsrail’in istediğidir. Yani Doğu Akdeniz Birliği veya Akdeniz Birliği! Böyle bir birlik, aslında Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçmesidir. Hazır Merkez Bankası da İstanbul’a taşınıyor! Eh zaten Talabani 1996 yılında, “Hayalim İstanbul’un başkent olduğu Ortadoğu Birleşik Devletleri” demişti! Yani Büyük İsrail! Tabii Mısır’sız bu proje yürümezdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kahire’ye sadece Mehmet Akif’in evini müze yapmaya gitmedi herhalde! "

Ben siyasetten hiç hoşlanmam..

Televizyonu açıyorum TÜRBAN tartışmaları var kanallarda..

Kanal D'de "Birand Özel" Gül'ün Mısır çıkartmasını anlatıyor..

Ortadoğu'nun hareketliliği konuşuluyor..

Bir de ölen annenin karnındaki bebeğin geleceği..

Ankara'daysa SSK'ya karşı yapılan eylem var..

Türk-iş iktidar kendileriyle konuşmaya yanaşmazsa genel greve gideceklerini söylüyor..

Ama iktidar yurt dışında BOPun anahtarı olan Akdeniz birliği için, bu borcun içinde devlet kasasından ŞAAŞAALI çıkartmalar yapıyor..

Ben siyasetten hoşlanmam ama türban mürban birşeyler oluyor.

Bu Akdeniz Birliği Türban Modası pek tutacağa benziyor!

İster misiniz Birliğin yapısına pek uyan Cemil İpekçi bu sezon kreasyonunda Akdeniz Projesi Türban kreasyonu yapıp kendi de çıksın sahneye..Milli! Modacı olarak..

Ne güzel! İlk uygulayan da sayın first ladymiz olur..

Sahi.. Başbakan bu TÜRBAN'la neyi örtmeye çalışıyor?

özgürpınarışık

15/01/2008

Yazı Hakkındaki Yorumunuzu Bırakın

© Blogger Templates | Tech Blog