Yeni Sitemizde Yayındayız

Politika Dergisi Sayı 15

href="http://www.politikadergisi.com/sites/default/files/PD15.zip">Politika Dergisi Sayı 15'i İndirmek İçin Tıklayın.

 

29 Şubat 2008 Cuma

"Nankörler Partisi" Kime Karşı? ! (Vicadani Retçiler, Barış Platformu ve Yeni Kıbrıs Partisi) Bölüm 4

Dış unsurların desteklediği diğer oluşumlardan biri de yeni kurulan “Kıbrıs Barış Platformu”dur. Söz konusu platform yaptıkları açıklamada şu konulara değinmişlerdir;

“Kıbrıs sorunu 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti antlaşmaları temelinde, 1977-79 Doruk Antlaşmaları ve BM süreçlerine dayalı, iki kesimli, iki toplumlu, toplumların siyasi eşitliğinde AB üyesi federal bir devlet yapısı ile çözülebilir... Şövenist söylemler, askeri tatbikatlar, milliyetçi eğitim sistemleri, milli sembol fetişizmi ve birbirinden kopuk iki ekonomi toplumların birbirine yakınlaşmasını engelleyen en önemli unsurlardır.Kıbrıs sorununun varlığı uzun yıllardan beri adamızda olağanüstü hal yaşanmasını sağlamıştır. Özellikle Kıbrıs Türk toplumu yaşanılan siyasi süreçte ekonomik, kültürel ve sosyal olarak asimile olmakla karşı karşıyadır. Kıbrıslı Türkler Türkiye ile ilişkilerinde yaşadığı buyuran-emir alan anlayışına dayalı ilişkiden dolayı kendi ülkesinde nüfusça azınlığa düşürülmüştür. 1974’te askeri müdahalede bulunan Türkiye adanın fiziken bölünmesini sağlamış ve adanın kuzeyinde kendine bağlı “bölgesel bir alt yönetim” oluşturmuştur... Türkiye, ekonomik bağımlılık ve başta anayasanın geçici 10.nuncu maddesinden yararlanarak iç politikaya ve günlük hayata müdahale edebilmektedir. Tüm bu gelişmeler Kıbrıs Türk toplumunun siyasi iradesini yok etmekte, kimliğini ve varlığını tehlikeye atmaktadır. Kıbrıslı Türklerin siyasi iradesinin gasp edilmesi kabul edilemez. Bu anlayışla Türkiye ile Kıbrıslı Türkler arasındaki ilişkiler siyasi eşitler çerçevesinde ele alınmalıdır. Kıbrıslı Türklerin kendi kendilerini yönetmeleri esastır.Bu saptamalar ışığında, aşağıdaki temel hedeflere varmak amacıyla, sonuç alıncaya kadar, tüm gücümüzle mücadele etmekte kararlı olduğumuzu; bunun için gereken her türlü işbirliği, güç birliği ve eylem birliği yapacağımızı kamuoyuna duyururuz. Katılımcılar;Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası (KTÖS), Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası (KTOEÖS), Kıbrıs Türk Hekimleri Sendikası (Tıp-İş), Doğu Akdeniz Üniversitesi Birlik ve Dayanışma Sendikası (Daü-Bir-Sen), Kıbrıs AB Derneği (KAB), Toplumcu Demokrasi Partisi (TDP), Birleşik Kıbrıs Partisi (BKP), Yeni Kıbrıs Partisi (YKP), Kıbrıs Yayıncılar Birliği (Kıb-Yay), Devlet Çalışanları Sendikası (Çağ-Sen)(3 Şubat 2008 bildirisi).

Yukarıda Barış Platformu tarafından ortaya konan tüm söylemlerde, Türk askeri ve Anavatan aleyhine bir hareket başlatıldığı bu bildiri ile ortaya konmuştur. Oluşuma destek veren taraflar içerisinde olan YKP ve diğerleri Annan planı döneminde oluşturulan Bu Memleket Bizim platformunda “ne seni ne paranı, Türk askeri dışarı” gibi söylemlerde bulunmaktan da geri durmamışlardır.

Açıkça anlaşılacağı üzere, Kıbrıs Türkü üzerinde dış unsurların hedefinde olan Türk askeri bugün yine hedeftir. Zira Annan planı döneminde Kıbrıs Türküne “evet” çıkması için mücadele veren dış unsurların, özdeki hedefi Türkiye ve Türk askerine karşı söz demeç bildiri ve eylemleri de tertip ederek Anavatan üzerinde Kıbrıs Türklerinin konumunu zedeleyerek Anavatan-Yavruvatan arasındaki bağların zayıflatılmasıydı. Nitekim, bu hareketlerin özdeki maksadı Kıbrıs Türkleri üzerinde etki yaratmak değil(zira yaratamazlar) esasen Türk kamuoyunda , Türk milletinin Kıbrıs Türklerine bakış açısını değiştirmektir. Dış unsurların, başta Amerika olmak üzere, Kıbrıs’ta “askersizleştirme” talepleri devam etmesi bu oluşumlara verilen desteği de ortaya koymaktadır. Hal böyleyken, mevcut hükümetin anayasanın değiştirilmesi konusunda yaptığı girişimlerin özünde de gerek retçi inisiyatifçilerin veya barış platformu mensuplarının geçici 10. madde konusundaki “polisin içişlerine bağlanma” taleplerinin örtüşmesi tesadüf değildir. Yani tüm bu oluşumlar CTP’nin hükümette olmasından ötürü açıkça eylemler düzenleyememesinden kaynaklanan bir sonuçtan ortaya çıkmıştır. Lakin daha önce Bu Memleket Bizim Platformunun başını CTP çekmekteydi. Anılan oluşumda yeniden harekete gidilmeme sebebi de “Kıbrıs Türküne bir evet’le dünyaya bağlanılacağı, kimlik sahibi olacağı, devletlerinin devam edeceği, barış olacağı” sözlerinin yerine getirilememesinden ötürüdür. Halkı artık o platform çatısı altında pembe vaatlerle kandırmak zor olacağından kimlik değiştirme yoluna giden bu taraflar, şimdi Barış platformu olarak devredeler. Nitekim, dış unsurların ballı kaymağı olan bu taraflar yeni bir isim ve eylem planları ile devreye sokulmuşturlar..

Netice itibarıyla, TSK’ne karşı içte “aleyhte mitingler, eylemler, gösteriler, demeçler” tertiplenmesi , batı dünyası tarafından “zaten Kıbrıs Türklerinin talebi adadan Türk askeri gitmesidir” şeklindeki algılamanın yaratılması hedeftir. Kısaca, Batının ve Rumların önümüzdeki süreçte sunulacak planda eli kuvvetlendirilmesi amaçtır. Daha önce de belirttiğim üzere, Türk askerinin adadan “birleşik Kıbrıs” diye çıkarılmasının sonuçlarını ağır bir şekilde hem Kıbrıs Türkü hem de Anavatan ödemek durumunda kalacaktır.

Ne diyelim, “Nankörler Partisi” daha ne kadar birlerine uşaklık edeceklerini bize tarihi süreç gösterecektir. ! lakin bu gerçekler bizim susacağımız anlamına da gelmez! Sap döner, kasap keser!Devran döner, o sap hepinizi keser!Takdir sizlerin...

Emete Gözügüzelli

28 Şubat 2008 Perşembe

Komşuda Seçimler: Sorunlar Çözülecek mi Acaba?

Geçtiğimiz hafta komşulardaki seçimler yüzünden bayağı sıcak geçti. Her ne kadar türban ve Irak'a düzenlenen operasyonların gölgesinde kalsalar da seçimlerin iyi çözümlenmesi ve gerekli siyasaların oluşumunda bunların göz önünde tutulması 5 yıl boyunca Türkiye'nin bu devletlerle ilişkilerini doğrudan etkileyeceği için önemlidir. Öncelikle Ermenistan'a kısa bir bakış attıktan sonra Kıbrıs'a dönmek istiyorum.

Ermenistan'da Seçimin Galibi Serzh Sarkisyan
Ermenistan'da seçimler mevcut politikaların büyük ölçüde devamı niteliğinde yorumlanabilecek bir şekilde sonuçlandı. Karabağ kökenli Sarkisyan en büyük rakibi liberal Ter-Petrosian karşısında % 52.8 'lik bir sonuç aldı. Hile iddealarının karıştığı seçimde Ter-Petrosian % 21.5 'te kaldı. Muhalefetin protesto gösterileri yapmasına rağmen pek sonuç çıkacağa benzemiyor.

Seçimler hakkında yazan sitelerde Sarkisyan'ın Karabağ kökenli olması, şu an ülke yönetiminde hakim durumda olan ve Karabağ'ın işgalini destekleme yanlısı ekolün temsilcisi olduğu verilen bilgiler arasında. Ayrıca Sarkisyan Karabağ Savaşı'nda bizzatihi komutanlık yapmış ve Karabağ'daki fiili durumun yaratılmasına sebep olanlardan biri. Ülke yönetiminde Savunma Bakanlığı dahil olmak üzere bir çok görevde bulunan Sarkisyan, daha ılımlı ve Türklerle (Azeri ve Türkiye Türkleri) ilişkilerin düzeltilmesi yolunda daha yapıcı bir politikacı olan 1. Cumhurbaşkanı Levon Ter-Petrosian'ın aksine pek çözüm yanlısı bir politikacı gibi görünmüyor. Umarım tarih bizi şaşırtır.

Güney Kıbrıs'ta Hristofyas İpi Göğüsledi

Bir hafta önceki 1. tur seçimlerde sürpriz bir şekilde elenen mevcut başkan Papadopulos'un da desteğini alan AKEL Genel Sekreteri ve Rum Meclis Başkanı Hristofyas, kilise ve AB'nin desteklediği rakibi Kasulides'e karşı % 53.5 oyla cumhurbaşkanı seçildi. Bugün yemin ettikten sonra göreve başlayan Hristofyas'ın Kıbrıs Sorunu'nun çözümüne yönelik yeni bir sinerji yaratacağı konusunda hem adada hem de Türkiye'de seçimleri takip eden çevrelerde genel bir eğilim oluşmuş durumda. Kimseyi umutsuzluğa sürüklemek gibi bir hedef gütmemekle birlikte dereyi görmeden paçaları da sıvamak taraftarı değilim. Çünkü çözülmeyi bekleyen onlarca önemli sorun var ki; herbiri birbirinden belalı. Ayrıca tarafların fikirleri de birbirinden oldukça farklı. Kuzey, 1960 Antlaşmaları'nın temel alınmasını savunurken Güney, köprünün altından çok sular aktığı düşüncesinde.

Başkanlık ve yürütme organındaki oranlar ve güvenceler, anavatanların garantörlük hakları, adadan asker çekimi, toprak terki, aklıma gelen en temel konular. Bunların yanında kurulacak devletin polis gücünün oluşturulması, memuriyet ve iç kurumlarda temsil, dış kurumlarda temsil, "Kıbrıslılık" fikrinin oturtulması, uluslararası mahkemelerde açımış davalar, taraflara birleşme sonrası yaşanması muhtemel göçler ve daha nicesi kurulacak devletle birlikte şıp diye çözülmesi umulan sorunlar. Tıpkı sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi... Sadece önemlilere değinsek işin ne kadar zor olduğunu anlayabiliriz sanırım.

Bildiğiniz gibi ada başkanlık sistemiye yönetiliyor. Bu başkanlık sisteminde eskiden uygulanan Rum Başkan-Türk Başkan yardımcısıydı. İkisine de veto hakkı verilmişti. Mecliste, doğal olarak nüfus ağırlığı önemliydi (3:1). Bu durumda nüfusu az olan Türklerin pek bir şey önerme ve önerdiğinin kabul edilmesi şansı yoktu. Başkan vekilinin de diğer tarafın önerilerini veto etmesiyle sistem kilitleniyordu. Türk tarafı burada temel tezine uygun olarak eşit statü istiyor. Rum tarafı da nüfus faktörünün önemine vurgu yapıyor. Eğer nüfus hakim kılınırsa Türk tarafı azınlık durumuna düşer. Aynı şekilde siyasi temsilde nüfus kısmı göz ardı edilse eşitlik kavramı hiçe sayılmış olur. İçinden çıkılması zor bir durum.

Garantörlük hakları diğer önemli bir konu. Ada tüm bağımsız devletlerde olduğu gibi egemenlik haklarını başkasına dayanmadan kullanmak istiyor. Garantörlük genel olarak müdahale olarak algılanıyor ve temelde insani müdahale kabul görse de devletlerin bütünlüğü ve hakim olduğu topraklar üzerinde başka devlet ve milletlere dayanmaksızın egemen olması devlet olmasının gereği, bu devletler kardeş ve soydaş devletler olsalar bile. Aksi halde sürekli müdahale farklı tarafların devletin iç işlerine karışması ve yönetimde garantörlerin nüfus mücadelesine dönüşecektir. Devlet bu şekilde yönetilemez.

Adadaki asker miktarı ve silahsızlanma da asıl sorunlardan biri. Adada tansiyon sürekli yüksek olduğu için devletlerin bir miktar asker tutmaları yararlı olabilir. Ama adadaki Türk askeri miktarı, ki yaklaşık 40,000 kişi olduğu söyleniyor, bağımsız bir devlette -KKTC de 1983'ten beri resmen bağımsız olduğuna göre- her ne sebeple olursa olsun bulunması gerekenden çok fazla. KKTC deki her 7 kişiden biri Türk Askeri. Eğer karşı tarafta da benzer bir şekilde bulunan Yunan askeri varsa aynı şey onlar için de geçerlidir. Ama Türkler için Türk askerinin varlığı hayati bir durum; 1963'le başlayan süreçte bir çok savunmasız Türk kaçırıldı, türlü insanlık-dışı muameleye maruz kaldı, öldürüldü. O yüzden tedbiren de olsa adada Türk askeri bulunmalı. Türkiye'nin KKTC bütçesine doğrudan katkıları ve diğer yardımlar düşünüldüğünde; Ege Denizi'nin yarı kapalı oluşu ve Kıbrıs'ın da Türkiye'nin Akdeniz'e çıkışındaki ileri karakol olarak stratejik önemi de bunlara dahil edildiğinde adadan Türk askerlerinin kolay kolay çıkmayacağı bellidir. Halbuki devlet olmanın temel şartlarından biri de belli bir toprak parçasını askeri, siyasi kontrol altında tutmak/tutabilmektir. İkisi de olmazsa Kıbrıs Cumhuriyeti nasıl kurulacak ve yaşayacaktır?

Önemli addettiğim konulardan sonuncusu ise toprak meselesi. Barış Operasyonuyla, uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen "yaşam alanı açmak" gayesiyle askeri yönden ihtiyaç duyulmadığı halde toprak kazanılmıştır. Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) Beyannamesi'nin 8.2.4 Maddesi'nde belirtildiği üzere savaş suçu işlenmiştir. Bu topraklar daha sonra çeşitli kesimlere verilmiş ya da satılmıştır (ada Türklerine, Türkiye'den gelenlere ya da yabancılara vs.). Aynı suçu karşı taraf da işlemiş olabilir -bilgim yok- zira adada Türk (Osmanlı) vakıf toprakları da vardı. Bu durumun çözümünde tarafların birbirine nakit para ödemesi zor bir durum yaratır. En uygunu takasdır ki, bu da bir dizi sorun çıkaracağa benzer.

İşte bu sebeplerden dolayı adada batının dayattığı tarzda bir çözüm neredeyse imkansız. Belki de iki devletin bu şartlar altında birleşmemeleri daha uygun. Ama görünüşe göre masada yapılabilineceğin azamisi Kuzey'e yapılacak ambargoların kaldırılmasına ya da hiç olmazsa yumuşatılmasına karşılık Güney'e toprak meselesinde bir miktar kolaylık göstermekten ibaret olur. Aksi halde kurulacak bir devlette siyasi yönden hem eşit hem azınlık olunmaz; hem karşı tarafa sürekli veto kullanılıp hem de işler yürütülemez; hem başka devletin garantisinde olup hem de egemen bir devlet olarak yaşam sürdürülemez. Bu iş kurulan bir federal devlette yürümez. Geçmişte yürümedi. Durum aynı kaldıkça da yürümeyecek. Adaya önerilen Federal Devletin en güzel, ve tek yaşayan örneği ABD'dir. Oradaki birleştirici harç da Kıbrıs'ta hiçbir zaman oluşmamış, sürekli etnik ve dini kimliklerin altında kalmış "yurttaşlık bilinci"dir. Ada halkı fikren Kıbrıslı olmaktan ziyade Rumlar ve Türklerdir. Eğer aidiyet bilinci, ortak kimlik oluşsaydı belki birleşme olurdu.

Son Söz: EN İYİSİ BIRAKIN DAĞINIK KALSIN!!! [Tabii Kuzey'in şartlarının iyileştirilmesi koşuluyla..]
Mücahit Önder

Diktatöryal

Dünya politik tiyatrosunun en önemli iki mensubu Erwin Piscator ve Bertold Brecht; ömürleri boyunca birbirlerini eleştirmeleri, anlaşamamaları gibi unsurları göz ardı ederek Jaroslav Hasek'in Aslan Asker Şvayk isimli eserini sahneye koymak ve bu öyküyü İkinci Dünya Savaşına uyarlayarak bir dönem eleştirisine dönüştürmek adına bir araya geldiler. Sonuçta iki alman tiyatro adamı bir yıl sahnelenmesine karşın o döneme kadar en çok ses getiren oyunu sahnelemiş oldular. Oyunun en ilginç anı Şvayk'ın Prag'dan Moskova'ya kadar olan yürüyüşüydü ki bu yürüyüşü simgelemek adına sahneye paralel iki tane yürüyen bant koyup birinde Şvayk'ı diğerinde ise Şvayk'ın yol boyunca karşılaştığı ağaçları, insanları, hayvanları yürüttüler ve Moskova'da Şvayk'ı Hitler ile karşılaştırdılar. Dünya tarihinin en kanlı diktatörü oyun sonunda savaşı kaybetmiş Berlin'e dönüş yolu arıyor ve Şvayk'tan yardım istiyor.. Şvayk, Hitler'i yanına alıp eve dönerken ona bir şiir okuyor ve şiirin sonundaki "Dünya Tarihi senin gibi rezilin suratına s..malı" cümlesi ile oyun sona eriyor.

O dönem Almanya'sı içinde bu iki tiyatro adamının yani Brecht ve Piscator'un bir araya gelmesine imkansız gözüyle bakılıyor, o yüzden en az oyun kadar ses getiren şey bu ikilinin bir araya gelmesi... Bir röportaj sırasında sorulduğunda ikili bu birlikteliğin tek amacının savaş yıllarında süren yoğun baskı ve sansürün kalkması durumuyla birlikte Hitler adına söylemek istedikleri şeyleri kendi vatanları, kendi topraklarında özgürce haykırmaları olduğunu söylüyorlar..

Peki nedir bu sansür; Hitler o dönem içersinde bütün mizah dergilerine davalar açmış ve SS üyesi yargıçlar tarafından o dergiler ağır tazminatlara mahkum edilmiş ve kapatılmış, tiyatro binaları yıkılmış, dönemin devlet tiyatrosu başına yine bir SS yanlısı getirilmiş, gazeteler tekelleştirilmiş ve yazıların hepsi denetimden geçirilmiş, klasik müzik yasaklanmış ve dönemin bütün ileri gelen yazarları, müzisyenleri tutuklanmış ya da sürgün edilmiş. Hatta dönemin kültür bakanı "ne zaman kültür lafını duysam elim silahıma gidiyor" diyecek kadar durumu abartabilmiş.

Bunun bizimle, bizim ülkemizle bağlantısı ise şu; "Peki nedir bu sansür" cümlesiyle başlayan paragraftaki "Hitler" kelimesi yerine "Tayyip Erdoğan"; "SS" kelimesi yerine "AKP" yazdığınızda şu günlerde yaşadığımız durumla karşılaşıyoruz. Sonuç olarak biz de ağır bir baskı ve sansür ile karşı karşıyayız. Öyle ki birbirleriyle fikir ayrılığı taşıyan mizah dergileri, aydınlar, yazarlar aynı tehlikenin altını çiziyorlar, ortak görüş bildiriyorlar. Sayın Erdoğan sürekli olarak mizahçılara, karikatüristlere dava açıyor, bir diktatörmüşçesine eleştiri istemiyor.. Medya giderek tekelleşiyor ve özgürce fikrini savunan medya organı sayısı azalıyor, bilmiyorum denk geldiniz mi ama iktidara yakın televizyon kanalları şu an suçlu olan ve ülkede arandığı için Amerika'da kaçak yaşayan Fetullah Gülen ile Başbakanımızın ve hatta Cumhurbaşkanımızın adlarını aynı cümlede fütursuzca kullanabiliyor. CHP'den dönmüş sosyal demokrat Kültür Bakanımız AKP'nin Devlet ve Şehir Tiyatrolarında kadrolaşmasını engellemek bir yana hızlandıracak oluşumlara yol açıyor. Müzik yapımcısı olduğunu iddia eden AKP milletvekili Osman Yağmurdereli; Fazıl Say'ın kötü Muazzez Abacı'nın iyi müzisyen olduğunu söyleyebiliyor hem de müzik bildiği iddiasıyla aradaki farkı görmeksizin, Türban meselesine değinmiyorum bile, birkaç cümleyle değil bir bu kadar daha yazarak ele alınması gerektiği için...

Ama tarihin tekerrür'den ibaret olduğunu bilen herkes gibi AKP iktidarının önündeki tehlikeyi görmesini bekliyorum yoksa geçmişte baskıya uğramış Alman tiyatro adamlarının söylediği şiirleri biz de yakın gelecekte iktidara uyarlamaya başlayacağız...

Onur Ümit

"Nankörler Partisi" Kime Karşı? ! (Vicadani Retçiler, Barış Platformu ve Yeni Kıbrıs Partisi) Bölüm 3

Retçi İnisiyatif grubu, Avrupa’da kabul edilen Retçi İnisiyatifin ülkemizde de kabul edilmesini talep etmektedir. Bunun için de Türkiye’de de buna benzer faaliyet içerisinde bulunan Osman Murat Ülke’nin AİHM’ne açtığı dava temsil gösterilmeye çalışılmaktadır.

Osman Murat askerliğe başladığında, emre itaatsizlikten ötürü cezalandırılmıştı. Saygısız tutumları verilen talimatları yerine getirmemesi ve tahrik edici hareketlerinden ötürü 701 gün hapis yattı. Daha sonra Murat AİHM’ne dava açtı ve tazminat alması kararı çıktı. AİHM’i kendisine verilen tazminatı vicdani ret maddesinden değil, kötü muameleden ötürü verdiğini açıkladı. Ancak bugün KKTC’de kurulan retçi inisiyatif grubu yetkilileri tazminatın retçi inisiyatif talebinden ötürü olduğunu öne sürmektedirler. Halbuki, AİHM Türk yargıcı Rıza Türmen Sabah gazetesine yaptığı mülakatta "Biz bu kararı vicdani ret maddesinden değil, kötü muameleden(vicdansız cezadan) verdik... Yani karar uygulamaya değil, vakaya... Askerlik yapmak istemeyenler için emsal oluşturmaz" şeklinde olmuştur.

Bugün Retçi İnisiyatifçiler de söz konusu hareketlerinin genel amaç ve ilkelerinde “yurt ödevimiz barış, vicdani ret hakkımız” olsun diyerek militarizmi barışın, demokratikleşmenin ve sivilleşmenin önünde engel gören herkesi kapsadığını açıklama yoluna gitmişlerdir. Açıkçası, ortaya atılan “barış” söylemi ve ya “sivilleşme, demokratikleşme” söylemleri bana hiç de yabancı gelmemiştir. Zira KKTC hükümetinin gündeminde olan anayasa değişikliği konusunda da ayni atıflar yapılmakta ve özellikle de “polisin içişleri bakanlığına bağlanmasını” öngören geçici 10. maddenin kaldırılması istenmektedir. Zira YKP sıraladığı taleplerinde CTP’nin öne sunduğu geçici 10. madde kaldırılması ve sivillerin askeri mahkemede yargılanmaması talepleri ile örtüşmektedir.

YKP ayni zamanda anayasamızın 74. maddesinin de değiştirilmesini talep etmektedirler. Anılan maddede Silahlı Kuvvetlerde “Yurt ödevi, her yurttaşın hakkı ve kutsal ödevidir” şeklindedir. Yeni Kıbrıs partisi bu maddenin yerine “Hiç kimse vicdani kanaatlerine aykırı olarak silah kullanma dahil askeri hizmeti yerine getirmeye zorlanamaz” cümlesinin eklenmesini önermektedir. Öyle görünüyor ki YKP sempatizanları ve tarafları Kıbrıs’ta halen bir ateşkes devam ettiğini bilmemektedirler. TSK adadan yalnızca ve yalnızca “adil bir çözümün Kıbrıs Türklerine sağlanması ile ayrılabileceğini” defalarca ortaya koyan açıklamalarda bulunmuştur. Öte yandan, KKTC’de Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığının yurt dışında olup da askerlikten ötürü adaya gelemeyenler için oluşturduğu yeni yasa kapsamında vatandaşlarımıza sağlanan birçok kolaylık, Türk askerinin büyüklüğünü ortaya koymaktadır.

Unutulmamalıdır ki, adada Kıbrıs Türküne tecavüz, cinayet, soykırım, mülkiyet gaspı, ırkçılık yapan taraf Rum yönetimi olmuştur. EOKA’cıların bugün halen örgütlendirildiği, tam hızla silahlanmanın devam ettiği Güney’e karşı mücadele verileceğine, kalkıp da adaya sükunet ve barışı getiren TSK’ne propagandalar yapılması kabul edilecek bir durum değildir. Hal böyle olunca, Rum-Yunan ve dış unsurların birer kuklası haline getirilen bu tarafların Rum sözcülüğü yapacak duruma getirilmeleri Kıbrıs Türkünün birliği ve bütünlüğünü bozmaya yönelik olan hareketlerden biri olarak değerlendirilebilir.

Bakınız Sunday Mail yazarı olan Simon Bahçeli “Kıbrıslı Türkler askeri mite karşı çıkma cesareti gösteriyor”(09.12.2007) başlıklı yazısında, YKP’lileri Türkiye ve Türk askerine karşı başlattıkları bu girişimden ötürü övündürmekten geri durmamıştır. Bahsekonu yazar, anılan yazısında, KKTC topraklarını da “işgal” toprakları olarak tanımlamaktadır.

Bugün Retçi İnisiyatif Grubu ile Yehova Şahitleri misyonerlerinin söz ve eylemlerinin örtüştüğü görülmektedir. Bilindiği üzere, Yehova Şahitleri dini gerekçelerle silahlı askerliği reddederek hristiyanlık propagandasını gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. YKP ve askersiz Lefkoşaya destek veren taraflar da askersiz Lefkoşa söylemleri yanında, Rumların öne sunduğu diğer siyasi demeçlere de destek çıkarak, Kıbrıs’ın birleştirilmesini talep etmektedirler.

Ortada şu gerçek vardır ki, anılan inisiyatif KKTC Devletine, Ordusuna ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı tahrik edici hareketlerde bulunmayı kendilerine misyon etmiştirler.
Peki YKP’nin askersiz Lefkoşa kapsamında dış bağlantıları kimlerdir? YKP, Ocak 2007’de Yeşiller Partisi ile ortak bir açıklama yaparak Lefkoşa’nın askersizleştirilmesini talep etmiştir. İki parti, ortak metni, imzaladıktan hemen sonra hızlı bir şekilde Avrupa’da bir kamuoyu yaratmak için harekete geçmişlerdir. Bu maksatla Güvenlik Konseyi Daimi üyesi olan 5 ülke(Rusya, Fransa, Çin, İngiltere, ABD) Büyükelçiliklerine, teker teker ziyaretlerde bulunarak “Askersiz Lefkoşa” kampanyası hakkında bilgiler vermişler ve Güvenlik Konseyinde bu konunun gündeme alınması talep etmişlerdir. YKP’nin ve taraftarlarının bu girişimleri tam anlamı ile Rum propagandalarına destek amaçlıdır. Kıbrıs Türkünün yıllardır çektiği ıstırapların sona ermesine imkan kılan Anavatan karşısında atılan bu adımların perde gerisinde BM, ABD,AB’nin olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Mehmet Ali Talat yakın biz zaman önce, ODTÜ Mezunu Sigortacıların düzenlediği “KKTC ile ilgili Son Gelişmeler ve Beklentiler” konulu konferansta “AB tarafsız değildir, bilakis Rum Yunan yanlısıdır” şeklinde konuşması Batının durumunu açıkça ortaya koyan bir açıklama olarak yerini bulmuştur.

Emete Gözügüzelli

Bir Millet Uyanıyor.

İnanın bana sevgili dostlar, sizi kandırmıyorum.
BİR MİLLET UYANIYOR ve silkinip kendine, özüne dönüyor.
Dimdik ayağa kalkıp etrafına bakıyor.

Bunun adı Güneş.
Güneş bir şehit bebesi.Ayaklarında yırtık çoraplar.Gözleri yaşlı.O ağlarken onunla hepimizin canı yanıyor.
Hepimiz Mehmetçik oluyoruz.
Ve bir millet uyanıyor.
Mehmetçik dediğin nedir ey dostum?
Türk değil mi?
Sen hiç askerine kendi adını koyan millet gördün mü?
Sen, ben, yoldaki teyze, bakkal amca, simitçi dayı,öğrenci..
Hepimiz Mehmetçik değil miyiz?
Peki askerle biter mi herşey?
Ya hükümet?
Onlara da güvenebilirmiyiz aslan Mehmetçiklerimiz gibi?
Bize yallah çekmeseler, Anamıza küfretmeseler, bizim lokmalarımızdan kesip kendileri yemeseler, bizim çocuklarımızı aç bırakıp kendi çocuklarını zengin etmeseler, Mehmetçik orda yurt için savaşırken, onlar Tekeli satmasalar, türbanla üniversiteleri karıştırmasalar, vakıflar yasasını çıkarmasalar...
Bir yandan ordumuz PKKyla savaşırken Cumhurbaşkanı,devlet kasasından Tanzanya'ya mürit okulu açmaya gitmese..
Bunları yapmasalar güveniriz belki ama hükümet, Kurtuluş Savaşı sırasındaki İstanbul Hükümeti gibi davranıyor.
Bu halktan ayrı, bu halktan uzakta, bu halkın sözünü dinlemez, önemsemez ve kendilerini oraya getirenleri unutmuş.

Ama bütün bu A.salak'lara rağmen, siz benden duymuş olmayın ama dostlar,

BU MİLLET UYANIYOR.

Bir yandan şehit haberleri gelirken, bir yandan otogarlar tıka basa eli kınalı gençleri askere uğurluyor.Otogarda gözü yaşlı anasına sarılmış bir kürt genci arkasındaki bayrağı gösterip, "herşey bunun için" diyor.
DTP mitinginde, PKKlı göstericilere başörtülü bir bacımız;
"Savaşı durdurun' diyorsunuz.Çoluk- çocuk ölürken siz nerdeydiniz? Şerefli askerler şehit olurken siz nerdeydiniz?" diye haykırıyor korkmadan,
Ak! parti il binasını polis, binaya girmek isteyen Tekel işçilerinden koruyor,
Milli Eğitim bakanının dışarı attığı işsiz öğretmen, bakanın yüzüne iğrenerek bakıyor, çıkarken ;
"bizi susturamayacaksınız" diyor.
Kendi maliyesinin bakanı Unakıtan gazeteceleri Yallah'lıyor. Hiçbir gazeteci "Kimi, nerden kovuyorsun efendi?"diyemiyor.
Onlar çekinir, bu sırrı size söyleyemez,ben size söyleyeyim,
BU MİLLET UYANIYOR.

Halk, Mehmetçiğin savaşının, içimizdeki düşmanlarla savaşmazsak beyhude olduğunu biliyor.
Kimse bu halkı şiir okuyarak kandıramaz, yallahlayarak kovalayamaz, korumalarla dışarı atamaz.

Tarih : 21 Şubat 2008. Kosovanın bağımsızlığının hemen ardından, ilginç bir zamanlamayla Türk Askeri Kuzey Irağa giriyor.

Tüm dünya şaşkın, "hemen çıkın" diyorlar yalvarırcasına.. "Bir iki hafta kalın, fazla uzatmayın".

Ve BİR MİLLET UYANIYOR.
Gerçek bir gaflet uykusundan uyanmışcasına gözlerini ovuşturarak..
Uykusunu yeterince almış gibi Zinde ve Dinç.
Her zorlukla başedecek kadar Güçlü.
Toprağa verdiği her şehitle daha bağlanarak Vatanına.
Alevisiyle, kürtüyle, lazıyla, çerkeziyle, avşarıyla...
Türkler...
İşte bu millet.

UYANIYOR.

27 Şubat 2008 Çarşamba

26 Şubat 1992

Türk dünyası ve Azerbaycan için en acı günlerden biridir. Aynı zamanda insanlık tarihi açısından da kapkara bir sayfadır.

Öncelikle kısaca Karabağ Sorunu hakkında bilgi verelim. Yıllardır çözülmeyi bekleyen Karabağ Sorunu, Azerbaycan ile Ermenistan arasında uzun bir tarihi geçmişe sahip. Rusya için Kafkasya politikasının vazgeçilmez unsuru olan Ermenilerin, bu durumu fırsat olarak kullanmalarının doğal bir sonucudur. 1980 sonrası, Rus politikaları sonucunda Dağlık Karabağ’da nüfus çoğunluğunu ele geçiren Ermeniler, burada hak iddia etmeye başlamışlardır. Azerbaycan ise Karabağ’ın tarihi ve hukuki açıdan kendisine ait olduğunu belirtmektedir. Hatta uluslararası hukukta bu konuda Azerbaycan’ı destekler durumdadır. Zaten Ermenilerin Karabağ’ı işgali, AGİT protokolüne de hukuken aykırıdır. Fakat Azerbaycan bu konuda sadece Türkiye’nin desteğini alırken, Ermenistan başta Rusya ve İran olmak üzere batılı devletlerin de desteğini almıştır. Bu nedenle de Karabağ’ı bırakmak istemiyorlar. İki devlet arasındaki ikili görüşmelerden de olumlu bir sonuç çıkmamıştır.

Ermeniler, 1990 yılından itibaren Karabağ’daki Azeri halka karşı terör eylemlerine girişmişlerdir. Yol kesme, otobüs baskınları gibi eylemlerle Azeri halkı yerinden etme niyetinde idiler. Günümüzde Azerbaycan nüfusunun %10’ undan fazlası ülke içinde yer değiştirmek zorunda bırakılmış insanlardan oluşmaktadır ki bu durum, dünyadaki en büyük yerinden edilmiş nüfus hareketlerinden biri durumundadır. Ermenilerin bu tavrı Azeri sivil halk için büyük bir sorun haline gelmiştir artık…

Ve bu sorunun tarihe bıraktığı en acı, en kara, en insafsız miras… Hocalı…

Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan’ın emri doğrultusunda, 25 Şubat gecesi Rus askerlerinin de desteğini alan Ermeni kuvvetleri, 7000 nüfuslu ve coğrafi açıdan stratejik önemi olan Hocalı kentini ele geçirmek için harekete geçmiştir. Aynı anda Rus ordusuna ait 366. motorize alayı, tank ve roket saldırıları ile Hocalı havaalanını kullanılmaz hale getirmiştir. Dünya ile tüm bağlantısı kesilen Hocalı, yeryüzünde yapayalnızdır artık.

Saldırı sonucu sivil, silahsız, çocuk, kadın, ihtiyar ve genç ayrımı yapılmadan Azeri Türkleri, Ermeniler tarafından katledilmiştir. Yapılan işkenceleri, çektirilen acıları, vahşeti burada yazmaya dahi elim varmıyor. O gece Hocalı da yaklaşık 1300 kişi katledilmiş, bunlardan 83 çocuk, 106 kadın acımasız işkencelerle öldürülmüştür. 487 kişi ağır yaralanmış, 1275 kişi rehin alınmıştır. Nüfusun geri kalanı ise canını bin bir zorlukla kurtarmıştır.
Ermeni tarihi, bu gibi olaylarla doludur. Hatta ‘’ölüyü öldürmek’’ gibi kavramlar da Ermenilere özgüdür.

Bu Türk düşmanlığın sebebi nedir peki?

Aslında çok fazla düşünmeye gerek yok. Ermenistan’ da okul duvarlarına asılan haritalarda Türkiye’nin 12 ili yer alırken, Ermeni bayrağında Ağrı Dağı’nın resmi varken, Ermeni milli marşında ‘’topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün, öldürün’’ denirken, bu soru fazla zorlamıyor insanı.

Neredeyse Afrika‘da ki yamyamdan, kutuptaki penguenlere kadar herkesin duyduğu, rivayetten öteye gidemeyen kanıtlarla ispatlanmaya çalışılan ve kısmen başarılı olan sözde soykırım masalı, ülkemizin karşısına her daim bir baskı aracı olarak çıkmıştır. Biz ise tarihin gördüğü en gerçek ve en kanlı soykırımlardan biri olan Hocalı Katliamı’nı, bırakın dünyayı ülkemizde dahi duyurabilmiş değiliz. Yakın dönemde yaşanan ve kesinlikle tasvip etmediğim bazı olaylar sonrasında, ülkemiz insanının Ermenistan ve Ermeniler konusunda ne kadar duyarlı olduğunu gördük. Dostluk ve kardeşlik masallarına rağmen, tarihi düşmanımız olan Ermenistan’ın yaptığı bu katliamın unutulmaması ve her daim hatırlatılması için bir kez daha belirtmekte fayda görüyorum.

‘’Hocalı Katliamı, Ermeniler tarafından yapılmış bir soykırımdır’’
Türk milleti, tarihin hiçbir döneminde soykırım yapmamıştır. Aksine tarihte birçok kez soykırıma uğramıştır. Bakü’de, Kars’ta, Erzurum’da, Ağrı’da, Hocalı’ da bunların örnekleri yaşanmıştır.

Hocalı Katliamı’nın 16. Yıldönümünde, hayatlarını kaybeden soydaşlarımıza Allah’tan rahmet ve Türk Milleti’ne başsağlığı diliyorum.

‘’Azerbaycan bir gözdür, Karabağ da bebeği,
Yani Azerbaycan’ın tam ortası, göbeği,
Gözüme mi göz dikti bu ermeni köpeği,
Bu köpek senin dünya, kapımızdan çek artık!
Ya Karabağ, ya ölüm, başka yolu yok artık… ‘’
Nazmi Dursun

Dağılış

Buna ister dağılış diyelim, ister çöküş, istersek iflas diyelim. Adını ne koyarsak koyalım, AKP artık son günlerini yaşıyor. Yerine kim gelir, ne gelir bir öngörüde bulunmak için henüz çok erken. Belli olan şey ise, elimize ulaşan her veri AKP iktidarının sarsıntı içinde olduğunu gösteriyor.

Akp türbanın önünü açtığını düşündü. Vaad ettiğini seçmenlerine verdi. Ancak seçmenleri bundan memnun mu şüpheliyim. Üniversiteler ikiye bölünmüş durumda. 80 öncesi gergin ortama geri dönüldü. 12 eylül gerginliği bir kılıç darbesi gibi bitirmişti. İyi mi yaptı kötü mü orası ayrı konu. Bugün için söyleyebileceğimiz, üniversitelerde bir gerilim yaratıldı, ve hiç bir öğrenci, hiç bir akademisyen bundan hoşnut değil. Bölünmeler hiç kimsenin hoşuna gitmez. Bazı üniversiteler 17. maddenin değiştirildikten sonra, maddenin değişikliğine göre uygulamaya geçeceklerini söylüyorlar. MHP nin fiyonklu türbanı, 17. maddeye eklenirse işte kıyamet asıl o zaman kopacak. Türbanlı öğrenciler türbanlarının şekline kimsenin karışamayacağını söylüyor. İstedikleri gibi bağlamakta özgür olduklarını anlatıyorlar. Doğrudur. İstediğiniz gibi bağlayın her ne kadar türbanın bağlanış tarzı bir olsada türbana fiyonk eklememekte özgürsünüz. Türbanlı öğrencilerin bağladıkları tarz ile, MHP-AKP protokolündeki tarz farklı. En azından üniversite professorlerine “isterlerse başlarının üstünde kalksınlar, bir şey yapamazlar.” şeklinde hitap eden sayın Kuzu nun anlattığı fiyonklu türbandı. AKP eğer protokole sadık kalırsa kendi tabanının isteklerinden birini karşılayamamış aksine daha da beter duruma getirmiş olacak...

Türkiye ekonomisi uzun süredir dar boğazda. Nakit parayla çalışan esnaf çok az zaten piyasada dönen nakit miktarıda çok az. Piyasa da nakit para değil, çekler dolaşıyor. Türkiyeye giren sıcak paranın kaynağı olan Amerikan ekonomisi de zor günler geçiriyor. Sam amca her an para musluklarını kapatabilir. Öte yandan Devletin elinde satabileceği kamu kuruluşu olarak ne kaldı ki ? Denizlerimizi de satarsalar ona bir şey diyemem ama özelleştirmeye konu olabilecek pek fazla bir şeyimiz açık söylemek gerekirse KALMADI. IMF ye borç ödemesi, pardon birikmiş borçların faizlerinin ödemesi yaklaştı. Merkez Bankası, Zaman gazetesinin haberine göre 200 YTL ler için hazırlıklara başladı. Hemen belirtelim bir merkez bankasının en son istediği şey para arzını genişletmektir. Çünkü bu uygulama paranın değerinin düşmesine, faizlerin artmasına, istihdamın düşmesine ve enflasyonun artmasına neden olabilir. Ekonomi sıkıntıda...

Öte yandan AKP’nin AB yolunda çok büyük adımlar attığını düşünen ve bu yüzden AKP ye inadına oy veren ülkemin liboşları, AKP nin AB yolundan saptığının farkına vardılar. Belkide farkına vardıkları AB nin Türkiyeyi kapıda oyalamaktan büyük keyif aldığıdır. Biz unuturuz ama avrupalı unutmaz. 100 yıldır servi unutamadılar. Bugün her masada bizim “imzalamaya dünden razı hükümet”in önüne getirmekten çekinmiyorlar. Bizimkilerde parça parça imzalıyorlar. Belkide başbakanın beyanlarında belirttiği “adım adım” yapılacak olanlardan biride budur. Bizim kapitalistler ise AB nin AKP ile birlikte oynadıkları bu oyunu sonunda anladılar... Sonunda anladılar AKP ile Türkiyenin Ab ye üye olmak yerine, krizler devletine dönüşeceğini...

22 temmuz seçimlerinden sonra AKP nin yasa çıkarmak dışında vatandaşın hayatına doğrudan etkide bulunan bir icraatı oldu mu ? Ankara ve İstanbul da susuzluk hala çözülemedi. İzmir zaten onların hizmet alanı dışında kalıyor. Sanki haddinden fazla belediyemiz varmış gibi, sanki bütün halk belediye hizmetlerinden sorunsuzca yararlanıyormuş gibi, yüzlerce belediyeyi kapatmaya başladılar. Politik kaygılar nedeniyle “il”leştrimeyi görmüştüm fakat politik kaygılar nedeniyle bölünen ilçelere ilk defa şahitlik yapıyorum. CHP nin kale belediyelerinden birisi olan Kadıköy Belediyesi parça parça oldu. Ne olacak peki, yeni kurulacak olan belediyeler daha mı iyi hizmet götürecek? Hiç öyle düşünmüyorum, çünkü yeni kurulacak belediyelerin bütçesi önceden bağlı oldukları belediyenin bütçesinden çok daha küçük olacaktır. Kaldırılan belediye sayısı kurulan belediye sayısından kat ve kat fazla... Halk belediye hizmetleri almakta önümüzdeki günlerde sıkıntı yaşayacak gibi duruyor. AKP li olmuş CHP li olmuş DTP li olmuş, halk yerel düzey de hizmet istiyor sadece. Hizmet almaktan memnun kalmayan bir kitle olamaz zira. Uzun lafın kısası, AKP yerel yönetimlerde yeni dönemde sınıfta kaldı...

Son seçimlerden bugüne AKP kendi tabanıyla pek çok kez ters düştü. Kendi tabanı gözünde artık eksileri artılarını götürmeye başladı. AKP yi kara günler bekliyor ve sadece ekonomik çıkarlar uğruna AKP yi destekleyen zihniyet içinde zor günler geliyor. Bunu gören bazıları bir günde anti-AKP’ci bir tutum içine girdi. Canlı bir örnek için Ertuğrul Özkökü okuyabilirsiniz. Eleştiriyorda eleştiriyor. Emin Çölaşan AKP’yi eleştirdiği için Özkök’ün gazetesinden atılmıştı, unutmadık...

İktidar yalakası basın, tehlikenin farkında mısın ?

YÖMYÖK Oldu...

YÖK ikiye bölündü... Üniversiteler ikiye bölündü... Hukukçular ikiye bölündü... Öğrenciler ikiye bölündü... Aydınlar ikiye bölündü... Toplum ikiye bölünüyor...
Silahlı Kuvvetler ülkeyi etnik bölünme tehlikesinden kurtarmak için karlı dağda savaşırken, Ankara'da da üniversiteleri ve toplumu ikiye bölme operasyonu sürüyor...
YÖK üyesi dostumuz anlatıyor:
- YÖK, kurulduğundan bu yana 25 yıldır ilk kez bir siyasi partinin emrine girdi. İlk kez böyle ortadan ikiye bölündü...
Yıllardır olaysız yaşayan üniversiteler ilk kez huzursuz oluyor.
Rektörler, üniversitelerin hukuk fakültelerinden aldıkları mütalaalar sonucu yapılan Anayasa değişikliğinin türbana izin vermediğinde ısrarlı. Üstelik yapılan Anayasa değişikliği içinde "kanunla düzenlenir" diye bir kayıt var.
YÖK Başkanı kanun dinlemiyor.
Belli ki onu bu göreve kanunsuz uygulamalar yaptırmak için atadılar...
Olup bitende tüm sorumluluk YÖK Başkanı Özcan'ın mıdır? Elbette daha da büyük sorumluluk onu oraya atayan Cumhurbaşkanı Gül'e aittir...
Ne diyor Çankaya'nın görevlerini sayan madde 104:
"Cumhurbaşkanı... Anayasa'nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir"...
Cumhurbaşkanı tam tersi bir uygulama içinde. Bu arada, YÖK Başkanı'nın kadroları dondurması da üniversiteler için ikinci darbe oldu... YÖK'ün 9 üyesi önümüzdeki toplantıya girmeyerek Genel Kurul'u kilitleyebilir.


YÖK Başkanı Özcan, "Ben hükümetin emir eri değilim" demiş.
Sıkıysa demesin...
Haldun Ertem


* Nişantaşı kahvelerinden birinde Cumhurbaşkanı Gül'ün Çankaya davetleri ve o davetlere katılan kişiler çekiştiriliyordu.
Sıra Gül'ün davetini kabul eden Adalet Ağaoğlu'na geldi. Biri şöyle dedi:
- Adalet yerini buldu...


Ak ve pak sicil!
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Devlet Denetleme Kurulu Başkanlığı'na, Ankara Vergi Dairesi Başkanı iken denetlediği mükelleflerden aynı zamanda başkanı olduğu Maliyespor Kulubü'ne bağışlar alan, karşılığında vergi indirimi sağlayan Cemal Boyalı'yı getirmesini dün bu sütunda eleştirmiştik.
Galiba Abdullah Gül'e haksızlık etmişiz! Bu kanıya nereden mi vardık? Buyurun son günlerde imam nikâhlı eşinin şantajlarına boyun eğerek kendisine 5 daire ve 1 milyon YTL'ye yaklaşan para veren... Şantajlar devam edince de savcılığa şikâyette bulunan... Ve önceki gün görevinden istifa etmek zorunda kalan Ankara Belediyesi'nin en büyük şirketlerinden Bel - Pa'nın Genel Müdürü Yalçın Beyaz'la ilgili olarak dünkü Hürriyet'te yer alan son haberin spotuna; "Sevgilisine tehditle para kaptırdığı iddiası ile gündeme gelen Bel - Pa Genel Müdürü Yalçın Beyaz'ın belediye başkanlığı döneminde (Etimesgut Belediye Başkanlığı) 'görevi kötüye kullanmak' suçundan yargılandığı ve 11 ay 20 gün hapis cezasına mahkûm olduğu, 'zimmet' suçundan da bir yıl hapis cezasına çarptırıldığı ortaya çıktı."
* * *
Muhterem, belediye başkanıyken, iki adi suçtan yargılanıp mahkûm olmuş. Ama belediye başkanlığı sona erer ermez Melih Gökçek bu siciline rağmen (belki de bu sicili nedeniyle?) muhteremi hemen kapıp milyonlarca YTL'lik bütçesi olan belediye şirketinin başına getirmiş. Muhteremlerin yaptıkları atamaların hepsi birbirinden isabetli!


Birleşik Kamu - İş
Eğitim - İş, Birleşik Sağlık - İş, Birleşik Büro - İş, Yerel - İş ve Kültür Sanat - İş... Bu beş memur sendikası geçtiğimiz günlerde bir ara geldi. Birleşik Kamu - İş adı altında bir konfederasyon kurma kararı aldı. Konfederasyonun sözcülüğüne getirilen Eğitim - İş Genel Başkanı Yüksel Adıbelli böyle bir örgütlenmeye neden ihtiyaç duyduklarını şöyle anlatıyor:
"Ortak paydamız Atatürk cumhuriyetine, devrimlerine ve laikliğe bağlılıktır. Irkçılığa, bölücülüğe, gericiliğe karşıyız. Temel hak ve özgürlükleri sonuna kadar savunuruz ama türbanın özgürlük olduğunu asla kabul etmeyiz. Bu temel ilkeler çerçevesinde bir araya geldik ve ciddi bir boşluğu dolduracağımıza inanıyoruz.
Birleşik Kamu - İş, sağcılık ya da solculuk adına iktidar payandalığı yapan mevcut memur konfederasyonlarına karşı ciddi bir seçenek olacağa benziyor... Başarılar diliyoruz...


Baykal
Salı günleri grup günleri... Liderler gruplarda uzuuun uzun konuşuyor...
Konuşmalar TV'den naklen yayımlanıyor ama o saatlerde herkes işinde gücünde... İktidar lideri için sorun yok. O her gün gümbür gümbür ekranlarda. Ancak muhalefet liderleri bütün söyleyeceklerini bu haftalık grup konuşmalarına sıkıştırınca mesajlarının yarısı havaya gidiyor.
Muhalefet liderleri, günübirlik kısa eleştirilere yönelse hem daha çok şey anlatırlar hem de mesajları kitlelere daha net ulaşır.


Bedelli tuhaflık!
Dövizle Askerlik Hizmeti Hakkında Yönetmelik 23 Şubat 2008 tarihli Resmi Gazete'de yayımlandı. CHP Milletvekili Mevlüt Aslanoğlu yönetmelikte kimi tuhaflıkların altını çizmiş.
Diyelim ki Türk üniversitelerinden birinde görev yapan dünya çapında bir bilim adamısınız. Sizin bedelli askerlikten yararlanma hakkınız yok.
Diyelim ki yurtdışında dandik bir üniversitede sıradan bir öğretim üyesi olarak çalıştınız... Bedelli askerlik yapabiliyorsunuz.
Fabrika sahibisiniz. Milyon dolarlık ihracat yapıyor, döviz getiriyorsunuz. Bedelli hakkınız olamıyor. Ama fabrikasını yurtdışında kurmuş ve parasını yurtdışında değerlendiren işadamı bedelliden yararlanıyor.
Gemilerde çalışan iki kardeş düşünün... Çalıştıkları gemiler aynı güzergâhta yolcu veya yük taşıyor. Ama biri yerli, diğeri yabancı bandıralı gemi... İlki bedelli askerlikten yararlanamıyor, ikincisi yararlanıyor. Bedelli askerliğe sıcak bakmıyoruz, ama bu eşitsizlik de görmezden gelinecek gibi değil.

Melih Aşık

"Nankörler Partisi" Kime Karşı? ! (Vicadani Retçiler, Barış Platformu ve Yeni Kıbrıs Partisi) Bölüm 2

10 Nisan 2006’da Askersiz Lefkoşa imza kampanyasına destek verenler ; Cem Özdemir,Takis Hadjidemetriou, Alpay Durduran, Neşe Yaşın, Hasan Hastürer, Hasan Kahvecioğlu, Sevgül Uludağ, Andreas Paraschos, Şener Levent, Jus Bayada, Makarios Drousiotis, Ahmet An, Panicos & Elli Peonidou, Fatma Azgın, Dina Mousteri, Yeni Kıbrıs Partisi, Kıbrıs Yeşiller Partisi, Kıbrıs Alman Formu, Hands Across the Divide, Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası(KTÖS), Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası(KTOEÖS), Basın-Sen, Belediye Emekçiler Sendikası(BES), İşçi Demokrasisi, Baraka Kültür Merkezi, Sosyo-Politik Araştırmalar Enstitüsü(IKME), Bilgi Bankası(BİLBAN), Yeni Kıbrıs Derneği, Halk Sanatları Vakfı(HASDER)Kıbrıs’ın Yeniden Birleştirilmesi Hareketi, Barış ve Demokrasi İnisiyatifi, Uzlaşma, Kutlu Adalı Vakfı, Sosyalist Söylem Dergisi, Anatropi Dergisi, Çirkef Dergisi, DAÜ-Kıbrıslı Öğrenci Birliği, Kıbrıs Barış Merkezi, Kadın Araştırmaları Merkezi, Ekolojist Yunanistan derneklerinden oluşan taraflardı.

Yukarıdaki tüm taraflar dikkate alındığında özellikle de Rum tarafındaki dernekleri incelediğinizde “Kuzey Türk askeri tarafından işgal altındadır, evime gidemiyorum, Türk askeri derhal çekilmeli” söylemleri yer aldığı görülmektedir. Misal; Yeni Kıbrıs Derneği verilebilir.. Yeni Kıbrıs Derneği bildirilerinden birinde aynen şu cümle vardır; “Yurdumuzun yarısının işgaline hala devam ediliyor ve bu durum sistematik bir şekilde Kıbrıslılar arasında bölünmenin kalıcılaşmasına neden oluyor. Bu şartlar altında her Kıbrıslının kendi evinde ve hepimizin barışçı ve bağımsız bir Kıbrıs'ta birlikte yaşamasını amaçlayan derneğin bu isteği hala uzak görünüyor”.

Öyle görünüyor ki, Rumlarla ayni ağzı konuşan yukarıdaki tarafları “Askersiz Lefkoşa” kampanyası ve sonraki bildirilerde hedef Türk askeri ve Türkiye’dir. Özellikle de “askersiz” Lefkoşa’ya imza veren isimler “Uyuşmazlığın çözümü” adı altında birleşik Kıbrıs’ın oluşturulması için özel eğitimlere alınan kişilerdir. Ayni zamanda bu taraflar, “Birleşik Kıbrıs” için öne sunulan iki toplumlu etkinlikler kapsamında dış unsurların fonları ile gençlerimizin beyinlerini yıkayan zehirli birer akrep rolündedirler. Hedefleri adadaki Türklük varlığını ve bilincini sadece “Kıbrıslılık” olarak değiştirme çabasından ibarettir. Bunun için UNDP, UNOPS, Kıbrıs Fulbright Komisyonu, USAID, USİP, Dünyadaki AB ülkeleri, Kıbrıs AB Delegasyon Komitesi(24 Mayıs 1990’da güneyde açılmıştır. Diplomatik bağlantıları sağlamaktadır), HASNA(1998’de kuruldu.Amerikan merkezlidir) yaratılan ve ya var olan örgütlere maddi yardımlar yapmaktadır. Zira, görüldüğü üzere, anılan taraflar da, Türkiye ve Türk askeri aleyhine demeçler ve eylemlerde bulunabilmektedirler.

YKP’nin de şimdilerde öne sürdüğü Retçi İnisiyatif Grubu temsilcileri, YKP’nin öncülüğü ve adı altında, 9 Şubat’ta Lefkoşa’da ki Çağlayan Parkı’ndan Mağusa kapısına kadar bir yürüyüş gerçekleştirmiştirler. Bu yürüyüşte biz avuç zavallı ellerinde tuttukları “Askersiz Lefkoşa” pankartları ile Türk milletinin şeref ve haysiyeti olan Türk ordusuna ve Milletimize karşı Rum ağzı ile hareket ederek nankörlüklerini göstermişlerdir. Gerçekleştirilen eylem, Polis Genel Müdürlüğümüzün sıkı önlemler alınması ile olaysız sonuçlanmıştır.

Ne ilginçtir ki, YKP Genel Sekreteri Murat Kanatlı’nın başını çektiği bir avuç zavallının askersiz Lefkoşa talepleri GKRY lideri Tasos Papadopulos’un Kıbrıs sorunu ile ilgili önerilerini açıkladığı “Türkiye’nin garantörlüğünün kalkması ve Türk askerinin adadan gitmesi” talebi ile ayni zamana denk düşmüştür. Zira bu eylemden bir gün sonra YKP ile yakın ilişkisi olan AKEL’in de “Türk askeri ve yerleşikler Kıbrıs’tan gitmeli” sözü basında yer almıştır.

Acaba Kanatlı ve ekibi güney’de çok sevdikleri birleşik Kıbrıs’ı savunan “dost” partilerin önünde “Rum Milli Muhafız Ordusu kapatılsın!, EOKA’cı dernekler kapatılsın! Kıbrıs Türklerinin eşitlik ve egemenlileri kabul görsün!” diye eylem yapabilecek kudrete sahip midirler? Bu sual tüm Kıbrıs Türklerinin merak konusudur...

Açıkça görüleceği üzere, Lefkoşa’nın askersizleştirilme talebi, Rum tarafının birleşik Kıbrıs yolundaki talepleri ile örtüşmektedir. Ayni zamanda, mayınların temizlenmesi çalışmaları, düzenlenen iki toplumlu etkinlikler, Türk tarafının 23 Nisan 2003’te kapıların açılması kararları, Rumların 23 Nisan 2003 sonrası açıkladıkları “Önlemleri paketi” kararları ile örtüşmektedir. YKP, Mağusa kapısı açılsın derken, diğer taraftan da açıkça Mağusa’nın eski sahipleri dediği Rumlara iade edilmesinin sözcülüğünü de yapmaktadır. 9 Şubat’ta ki gösteri güzergahı olan Mağusa kapısındaki Şehit Albay Karaoğlanoğlu caddesinde yapılan yürüyüşten rahatsız olan bölge sakinleri, yürüyenlere attıkları sloganlarda “siz bizim askerimizi atamazsınız, şehitlerimizin kemikleri sızlıyor, çapulcular” demesi üzerine karşı grup “biz bu memleketin gerçek insanlarıyız , siz bize çapulcu diyemezsiniz” şeklinde cevap vermesi ile sonlanmıştır. Bunun üzerine eylemcilere slogan atan kadının biri “siz önce adadaki EOKA’cıları atın da sonra bu askeri atmaya çalışın, yazık yazık şehitlerimizin kemikleri sızlıyor” demesi ile vuku bulmuştur.

YKP’nin bu yürüyüşü sadece Volkan, Vatan, Sözcü gazetelerinde “Rum piyonları” başlığında kamuoyuna duyurulmuştur. Diğer tarafların gazetelerinde konu kısa haber olarak verilmiştir. Özellikle de KKTC içerisinde olan hükümet ve diğer muhalefet veya örgütlerden yapılan bu etkinlikte sunulan taleplere ses çıkarmayıp susmayı tercih etmesi, hepimiz adına üzücüdür. Bu konunun sadece sayılı birkaç yazar tarafından yüreklice ele alınıp protesto edilmesi ise takdire şayan bir durumdur.

Emete Gözügüzelli

26 Şubat 2008 Salı

Hukukun Üstünlüğüne Bakışları Açısından AKP ve YÖK Başkanı

Hemen hatırlatalım, Türkiye Cumhuriyeti'nin 1982tarihli Anayasası'nın değiştirilemez hükümlerinden olan 2. maddesi "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir." şeklindedir. Hukuk Devleti'de hukukun üstünlüğünü benimser. İşte bu yazıda hukukun üstünlüğüne bakışları açısından Adalet ve Kalkınma Partisi ile YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ı incelemektedir. Aslında birini incelemenin bile aynı sonuçları vereceğini düşünerek yazıyı kısa tutma hedefi benimsenebilir; ama bu gerçeğin halen görülememiş olması her ikisini de ayrı ayrı açıklamayı şart koşuyor.

AKP'nin Hukukun Üstünlüğüne Bakışı

Her parti kanunlarda düzenleme yoluna gidebilir. Bunu da hukukun gösterdiği çerçevede yapar, yapmalıdır. AKP yeni bir anayasa için pek tabii ki taslak çalışmaları yapabilir, kanun teklifleri hazırlayabilir ve kanunları hep birlikte evet oyu kullanarak TBMM'de geçirmeye çalışabilir. Bu AKP gibi diğer partilerinde sahip olduğu haklardandır.

AKP'yi incelemeye ve örneklemeleri bu parti üzerinden sürdürecek olursak, AKP hazırladığı kanunlarda hukukun gösterdiğinden farklı bir yorumlama getirerek hukukla çelişen bazı kararlara da imza atabilir. Yorum ve anlama farkından kaynaklanan hukuksal aksaklıkların çıkması pek tabii ki ihtimaller dahilindedir; fakat bu yapılan düzenlemelerde yorum ve anlama farkı kabul edilemeyecek düzeyde de bulunabilir. Şöyle ki; bir kanunun tasarısının, değiştirilemez hükümlere karşı oluşu (örneğin 1982 tarihli T.C. Anayasası'nın değiştirilemeyecek 3. maddesinde yazan Başkent Ankara'dır ibaresinin yerine başkenti değiştirmek için çalışmalar yapması) tabii ki kabul edilemez. Bu şekilde yapılan faaliyetler hukukun üstünlüğüne karşı olan tavırdan yana taraftar olmak demektir.

26.02.2008 tarihinde Sayın CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın yapmış olduğu Parti Toplantısı'nda, "AKP'nin yapmış olduğu türban düzenlemeleri için CHP'ye, Anayasa Mahkemesi'ne gitmeyin çağrısı yaptığını belirtti. Kısacası AKP, kurumların, hukuku göz ardı etmelerini istedi; çünkü yapmış olduğu düzenleme Anaysal İlkelerle bağdaşmıyordu. Anaysal İlkelerle bağdaşmayacağını biliğini içinde CHP'nin Anayasa Mahkemesi'ne başvurması engellemeye çalıştı." sözlerini söylüyordu.

Yukarıdaki paragraftan anladığımız üzere, AKP İktidarı hukuka karşı olan bir düzenlemeyi yapmıştı ve bunun bilincindeydi. Bu TÜrkiye açısından çok acı bir şeydir. Partilerin demokratik haklarına karşı uzlaşmacı bir tavırla set çekmeye çalışmak ne demokratiklikle ne de hukuka saygıyla bağdaşır.

AKP'nin, Anayasa Mahkemesi'nin aldığı meşhur 367 kararına karşıda yönelttiği sözler zaten en başında AKP'nin hukuka karşı saygısı olmadığını belirtmesi anlamına gelir ki bu da çok büyük bir yanlıştır.

Sayın Deniz Baykal sözü edilen Parti Grup Toplantısı'nda ayrıca şunları söyledi: "AKP YÖK Yasası'nın 17. maddesinin bizim isteklerimiz doğrultusunda değişmesi için çalışacağını söyledi."

Peki o zaman bizde soralım, madem YÖK Yasası'nın 17. maddesi değişmeden türbanlı üniversiteye giriş mümkün değil, neden o zaman hiçbir hükümet yetkilisi evet durum budur diye bir açıklama yapmıyor ve ülkeyi kaos ortamında bırakıyor.

AKP'nin düzenleme yaptığı Anayasa'nın 42. maddesi son değişiklikle birlikte şunu diyor: "Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanılmasının sınırları kanunla belirlenir."

Bu düzenleme görüldüğü üzere yükseköğretimde türban düzenlemesini Anayasa'da değil kanunlarda çözmeyi öneiyor. Bu hakkın kullanım sınırları kanunla belirleni ibaresi de topu resmen YÖK Kanuna atıyor; ama YÖK kanununda herhangi bir düzenleme olmadığı içindir ki türbanla üniversitelere girmek şu an için mümkün görünmüyor.

Deniz Baykal'da haklı olarak soruyor: "sen türban düzenlemesi için gittin MHP ile anlaşma yaptın, onu 17. madde ile ilgili konuda yalnız bıraktın. Şimdi gelmiş bana 17. maddede anlaşalım diyorsun ben sana nasıl güveneyeyim ya beni de ortada bırakırsan?" ardından de ekliyor, "senin ipinle kuyuya inenler kuyuda kaldı şimdi aynı iple bizi indirmeye çalışıyorsun."

AKP hukuka birlik, hukuka paralel düzenlemeler yapmıyor. Oysa ki sorunun çözümü oldukça basit. Yaparsın YÖK yasasında veya Anayasanın 42. maddesinde bir değişiklik, bu iş olur biter. Hukuka uygun karar almak bu kadar mı zor? Yapılan düzenlemelerin o zaman göz boyamaktan başka bir işe yaramadığı görülüyor. Gelelim değerli sosyolog Yusuf Zİya Özcan'a. Kendisine söyleyecek çok sözümüz var; fakat kendisi "isterse söylemesin" diyenlerin sözlerini bile anlamadığından ya da anlamak istemediğinden kedimizi pek yomayacağız. Kendisine sadece iki paragraflık yer ayıracağım ve sonunda da kendisini istifaya çağıracağım. Uyar veya uymaz onun kendi seçimi. İşte söz konusu o iki paragraf.

Sayın YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, aman dikkatli konuşun ipimizi çekerler, isterse söylemisin sözlerine karşılık tepkisiz kalmayı tercih ediyorsunuz da, iş türban geldiğinde ilk günden tüm yasaklar kalkacak diyerek ve bu günlerde türbana izin vermeyen rektörlere karşı suç işliyorlar diye söylemlerde bulunarak ve de yeni bir kanuna gerek yok türbanlılar girebilir diyerek neden ortalığı ayağa kaldırıyorsunuz?

Sizin hukuka karşı hiç saygınız olmadığı belli, aynı zamanda hukuktan anlamadığınız da oldukça belli. Yasaların kalkacağını nereden biliyordunuz, YÖK Başkanı seçilmeden size bazı şeyler mi söylendi, ya da size yasa koyucu gibi söylemlerde bulunma hakkı nereden verildi de yasakların kalkacağına dair açıklama yapıyorsunuz, rektörlere suç işliyorlar derken bunu neye dayandırıyorsunuz? Unutmayın ki hiç kimse yargı organları önünde suçlu sayılmadan suçlu yerine koyulamaz. Siz görev ve sorumlulullarınızı aştığınızın farkında mısınız, size şu anda kimin saygısı kaldı? YÖK Genel Kurulu bile sizin söylediklerinizin aksi yönünde açıklamalar yapıyor.

Kontrolü kaybettiğinizi düşünüyor ve sizi bir an önce istifaya davet ediyorum.

Okumadaki sabrınıza ve ilginize teşekkür ederim.

Gökhan DAĞ

"Nankörler Partisi" Kime Karşı? ! (Vicadani Retçiler, Barış Platformu ve Yeni Kıbrıs Partisi) Bölüm 1

Yerel gazetelerimizden biri olan Ortam gazetesinde 2007 Aralık ayının sonlarında “Vicdani Ret İnisiyatifi” adlı bir grup kurulduğu haberi çıktı. 2008 yılına girildiğinde anılan oluşumun Öğretmenler Lokali’nde(KTOEÖS-12.01.08) bir toplantı gerçekleştirdikleri basında yer aldı. Yine ayni dönemlerde daha farklı bir oluşum diye tanımlanan “Barış Platformu” kurulduğu haberi de duyuruldu. Acaba bu iki oluşum esasen neleri hedeflemekteydi? Kime karşı kurulmuşlardı?Yeni Kıbrıs Partisi’nin bu oluşumlardaki bağlantısı neydi? Neden 2008 sürecinde harekete geçmişlerdi?

“Savaşa, saldırılara ve militarizme karşı örgütlen” çağrısı ile vicdan kelimesi eş tutularak bir kampanya başlatan “Vicdani Retçi İnisiyatifi”nin öncülüğünü Yeni Kıbrıs Partisi çekmektedir. Peki vicdani retçilik masalı nedir? Birçok kaynak Vicdani Ret olayını şu şekilde açıklamaktadır; Bir kişinin askerlik hizmetini, vicdani, dini ve felsefi nedenlerle reddetmesine, 'vicdani ret' denir! Bu sözlerden de açıkça anlaşılacağı üzere, anılan oluşum adadaki Türk askerine karşı öne sürülen projeler kapsamında oluşturulan hareketi temsil etmektedir. Nitekim, Vicdani Ret İnisiyatifi ile ön saflara çıkan YKP’lilerin “askersiz Lefkoşa” yönündeki talepleri ile Güney’deki Rum yönetiminin talepleri arasında hiçbir fark olmadığı da bariz bir şekilde gün ışığına bir kez daha çıkmaktadır. Zira güneydeki tüm siyasi parti, örgüt, kurumların bir ağızdan konuştuğu “adanın kuzeyinin Türk askeri tarafından işgal edildiği” şeklindeki propagandası gerek adadaki Türk askeri gerekse Anavatan Türkiye Cumhuriyeti aleyhtarı bir durumu teşkil etmektedir.

Özellikle de, KKTC’de oluşturulan bazı grupların Batının ve Rumların söylemleri ile örtüşen açıklamalarda bulunması olayın ciddiyetinin dikkate alınması yönünden elzemdir. Zira, YKP’nin “askersiz Lefkoşa” talebi önümüzdeki süreçte sunulması planlanan yeni BM belgesinde ele alınacaktır. Hal bununla da kalmayarak tüm adanın askersizleştirilmesi istenecektir. YKP’nin talepleri sadece askersiz Lefkoşa değildir. YKP,“Mağusa’nın eski yasal sahipleri diye nitelendirdikleri Rumlara iade edilmesini, yeniden birleştirilmesini, Mağusa kapısının açılmasını, Türkiye’nin Rumları tanımasını ve limanlarını Rumlara açmasını, 1974’te gelen Türk nüfusun geri gönderilmesini” de talep etmektedir. Bu talepler için YKP yetkilileri, Avrupa’ya sık sık ziyaretler gerçekleştirerek, batılı “dostları” ile adadan Türk askerini ve Türkiye’den gelen vatandaşlarımızı nasıl geri göndereceklerinin plan ve stratejilerini oluşturmaktadırlar.

Gerçekte “askersiz Lefkoşa” söylemleri yeni değildir. 1974’ten bu yana Rumlar devamla adadaki Türk askeri aleyhine konuyu gündemde tutmaya çalışmaktadır. Zira, Rumların bu taleplerine destek belirgin olarak Annan planı sonrasında 2006 Nisan ayında başlatılan “Askersiz Lefkoşa” imza kampanyasında görülmüştür. Ancak adadaki Türk askeri aleyhine yaratılan oluşumların tarihçesi 1990’lı yılların başına dayanmaktadır.1990’ların başından itibaren dış unsurların “uyuşmazlığın çözümü” adında başlatılan “iki toplumlu etkinlikler” ekseninde oluşturdukları örgütlerin , Avrupalıların çatısı altında Oxforfd, Bürksel, FOSBO, PRIO merkezli yaptıkları toplantılarda “askersizleştirme” konusu da masaya yatırılmış ve bunun sağlanması için seçilmiş kişilerin aracılığıyla “askersizleştirme” adı altında adadaki Türk askerine karşı çalışmalar başlatılmıştır.

“Askersiz Lefkoşa” yaratılması için bir araya getirilen sivil toplum örgütleri ve bazı siyasi partiler Lefkoşa’nın birleştirilmesi için Lefkoşa’daki askerlerin çekilmesini istemektedirler. Burada dikkate alınması gereken bir durum vardır; Batının planlarında Lefkoşa’nın Berlin Duvarı misali birleştirilmesine imkan kılacak çalışmalar tertip edilmektedir. YKP, adanın askersizleştirilmesi için önce Lefkoşa’dan Türk askerinin geri çekilmesini ısrarla gündeme getirmektedir. Özellikle de Nisan 2006’daki “Askersiz Lefkoşa” kampanyasına imza veren tarafların başında yine YKP ön saflardaydı ve buna destek veren örgütler içersinde Öğretmenler Sendikaları da yer almaktaydı. Bu nedenle bugün YKP’nin taleplerini hayata geçirmesinde öğretmenler sendikasının lokalini kullanmaları hiç de ilginç gelmemektedir. Bilindiği üzere, Rumların Annan planını reddetmelerinin bir sebebi de Türk askerinin az sayıda bile olsa adada var olması durumuydu. Yeni sunulacak planda bu kez tam askersizleştirilmiş bir ada koşulu gelirse kimse şaşırmamalıdır. Zira bu gelecek planda Rum talepleri yerine getirilmek isteneceği açıktır.


Emete Gözügüzelli

Not: Bu yazı dizisi, hergün bir bölümü yayınlanmak üzere, dört günde bitecektir.

25 Şubat 2008 Pazartesi

Politika Yazarı

Ben bir politika yazarıyım. Sivri dilli olmak zorundayım. Kalemim yanlış yolda olana karşı keskin olmalı. Ölümcül olmalı. Ona hatalı olduğunu ispat etmek zorundayım. Komplo teorilerinin ötesinde, belgelere dayanarak hatalarını yüzüne vurmak zorundayım. Bunu yaparken nesnel olmalıyım. Kişisel duygularımı, ideolojimi, dünya görüşümü yazılarıma yansıtırsam bu benim zayıflığımın belirtisidir. Hatalı olanın benim dünya görüşüme göre değil, genel politik kurallara aykırı olduğu için hatalı olduğunu anlatmalıyım.

Ben bir politika yazarıyım. Politika’nın ne olduğunu kahveden değil, akademiden öğrenmiş, yazılarına da bunu yansıtan bir yazarım. Başka bir deyişle ülke sorunlarından kahvede konuşur gibi bahsetmemeliyim. Sistematik, derinlemesine ve detaycı bir üslubum olmalı. Sonu “mış ,miş”le biten kelimelerle işim olmaz. Eğer bir eleştiri yapacaksam, o konu hakkında kendimi yetkin kılmalıyım. O konuya sahip olmalıyım. konuyu az çok değil, çok iyi şekilde bilmeliyim. Etnik ayrımcılıktan bahsedeceksem eğer, türkiye ve dünyadaki her türlü etnik ayrımcılığı tanımalıyım. Dini sembollerse eleştiri konum, bunu ideolojim dışında eleştirmeliyim. Konuyu karşılaştırmalı olarak ele almak zorundayım. Biz ve onlar ayrımı içersinde dahi olsam, bizim kim olduğumuzu anlatmalıyım önce, ne istediğimizi? Daha sonra onları anlatmalıyım onların kim olduğunu, ne istediklerini onlardan daha iyi bilmeliyim.

Ben bir politika yazarıyım. Yazılarımda ön planda tuttuğum “gerçek” tir. Doğru bilgiyi okurumla paylaşmalıyımdır. Okur, ilkokul çağında bir çift meraklı gözde olabilir, islami gettoda yaşayan tutucu bir kişide. Benim cümlelerimi, bu dili kullanan herkes anlayabilmeli. Anlaşılmazlık amacı ile yazmamalıyım. Basit ve nesnel cümlelerin arasında, bana ait olan fikirler, yorumlarda olmalı. Bunları yazarken hiç bir çekincem olmamalı. Ölüm bile korkutmamalı. Din saptırılmıştır, tanrı ölmüştür diyebilmeliyim. Milliyet denilen şey ekonomik kaygılar nedeniyle yaratılmıştır diye yazabilmeli, ulus denilen kavramın atom bombasından daha zararlı olduğunu anlatabilmeliyim. Bir karış toprak için dünya tarihi boyunca milyonlarca insanın öldüğünü okurun kafasına sokmalıyım ve eklemeliyim, insanoğlu bu kafayla giderse daha çok “milyonlarca insan” katledilecek bir karış toprak uğruna...

Ben bir politika yazarıyım. Bir yazmadan önce 10 okumalıyım. Yazdıklarımın doğruluğundan emin olmalıyım. Bu meslekte yanlış yönlendirme, hayal bile edilemeyecek hatalara yol açabilir. Bu meslekte bir hata yapılır, Hrant Dink vurulur. Bu meslekte bir hata yapılır, yargıtay baskını olur. Sırtımdaki yükü bilmeliyim ama bu yük beni yormamalı. Beni doğruları yazmak için daha da kamçılamalı.

Ben bir politika yazarıyım. Politkanın ve yazarlığın kesiştiği noktadayım. Her şey tam bu noktada başlar ve biter benim için. Ben sokaktaki insandan farklı bakarım olaylara. Benim gözlerim her zaman anlatılmak istenmeyeni arar. Satır aralarında bulurum politik yaşamda gizleneni. Ben görmeliyim askerin neden türban konusunda bir şey söylemediğini. Onların neden sadece “harekat” ile uğraştıklarını. Başarılı bir harekattan sonra gelecek olan “muzaffer komutan” liderliği ile neler yapılacağını tahmin ederim. Ben öngörebildiklerimi yazarım. Yazdıklarımın her zaman doğru olması gerekir çünkü ben oscar da yanılan sinema eleştirmeni değilim. Politikaya aşık olmuş, politik alanın kurdu olmak üzere yola çıkmış bir siyaset öğrencisiyim. “mış gibi” yazamam, gerçek olanı yazmak gibi bir mecburiyetim var benim...
Deniz Bilen

Ampul Yanmadı !!!

Arkadaşlar;
Her geçen gün ülkem ve ülkemin geleceği adına duyduğum kaygılarım daha eskilerine bir çözüm ve rahatlama formülü bulamamışken üstüne bir yenisini daha ekliyor.

Bense bu kadarı çok fazla gerçekler gösterilmeli,bilgiler paylaşılmalı,dayanışmaya geçilmeli,toplumun üzerinden ölü toprağını atmasına yardım etmeli demekten ve bu yazıları yazmaya devam etmekten başka çare bulamıyorum.

Kaygılanıyorum çünkü bulduğum çareler yetersiz.Kaygılanıyorum çünkü çarelerim bana tek kişilik isyan gösterisinin ötesine geçemeyeceğimi düşündürtüyor.

Ama şunu biliyorum ki yine de çaresizliğime göğüs gererek zaman zaman da olsa düşüncelerimle bezenmiş bazı bilgileri sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.

Ülkemizde yıllardır Türk-Kürt ile Alevi-Sünni ile karşı karşıya getirildi.Bizi ayırmaya,parçalamaya çalıştılar ama başaramadılar.Şimdi ise yeni parçalama teorisi olarak “türbanı” buldular.Karşı karşıya getirilenler ise türbanlılar ve türbansızlar.Bunu ortaya çıkaranlar ise anayasamızda adı geçen değiştirilmesi ve değiştirilmesinin teklifi bile kesinlikle yasak olan ilkelerden laiklik ilkesini çiğneyip üniversitelere türbanı sokmaya çalışanlardır.

Bizi laiklik ilkesini yozlaştırmakla suçlayanlar daha eteklerini öptükleri,dizlerinin dibinde oturdukları şeyhlerle olan fotoğraflarının renkleri bile solmamışken kendilerini laikliğin teminatı olarak göstermekten alıkoyamadılar.

Hak ve hürriyet diyerek İslam dininin gereği denilen türbanla kız öğrencilerin üniversitelere girmesini sağlamaya çalışırken Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir dininin olmadığını ve her dine eşit uzaklıkta olması gerektiğini hasır altı etmeye çalıştılar.Konu hak ve hürriyet ise neden sadece üniversitelerde İslam dinine özgü hürriyetten bahsettiklerini hala açıklayamadılar.İslam dinine bu kadar yakın durmayı hükümet olarak prensip edinmişken Musevilere,Hristiyanlara bu kadar uzak olmak ve onların üniversitelerdeki haklarından bahsetmek prensip dışı mı kamıştır?

Hak ve Hürriyet demişken geçen yazımda üniversitelerdeki sorunlardan yani türbandan önce halledilmesi gereken hak ve hürriyetlerden bahsetmiştim.Şimdi aklı karışmış,devleti yönetmekte acizlik gösteren bu hükümete bir sorum olacak.

Pek muhterem hepsi birbirinden değerli hükümet “elemanları” hak ve hürriyet derken hangi amaca ve kime hizmet ettiğinizi vicdanlarınıza sığdırmışken sizce 301. maddeyi yani “düşünce özgürlüğünü yasaklayan” kanunu ortadan kaldırmak size daha büyük sükse yaptırmaz mıydı? Ya da şöyle sorayım; türban yasağı nedeniyle üniversitelere giremediklerini söyleyen %1’lik kesimin hak ve hürriyetlerini kovalamak yerine hapishanelerde süründürülen,şu an düşündüğüm ve de eleştirdiğim için benim yani ülke sınırları içinde yaşayan tüm insanların düşüncelerine özgürlüğü getirmeyi tercih etmez misiniz?

Sizin benim sorumu duyup hele hele cevaplamanızı beklemek tam bir çılgınlık olacağından malum ülkenin cevap bekleyecek kadar zamanı bile yoktur; sorularıma kendim cevap vereceğim.

Amaç hak ve hürriyet olsaydı 301. maddeden yola çıkardınız.Dilinizden düşürmediğiniz Allah herkese düşünmesi ve doğruyu bulması için beyin yani akıl vermiştir.Hak ve hürriyetler söz konusu olduğunda 301’den yola çıkmamak bunun aksini ispat etmeye kalkışmaktır.Amacınız dini siyasete alet edip cahil kesimin oylarını toplamaktır.Amacınız içinizde taşıdığınız fesatlığın ve yobazlığın dışavurumudur.

23 Temmuz 2007 sabahı sadece kendilerine oy verenleri değil tüm ülkeyi kucaklayacağını söyleyen şahıs üniversitelerde türbana karşı çıkan ve üniversitelerarası kurulu oluşturan rektörlere “ Size ne? Siz haddinizi bilip oturun oturduğunuz yerde” deme gafletine düşerken yine türbana karşı çıkan neredeyse %90 çoğunluk sonucu yayımlanmasına karar verilen Barolar Birliği bildirisi sonunda onlar bütün avukatları temsil etmiyorlar demenin kısaca züğürt tesellisini yaşamışlardır.

İktidar partisinin milletvekillerinden- ismini yanlış hatırlıyorsam özür dilerim-Mehmet Aydın-ki bu bilgiyi az önce aldım- yıllar önce sürekli Kuran’da türban olmadığını ,türbanın yoruma açık bir konu olduğunu yazar dururmuş.Şu düşünce özgürlüğü olmasa ben bu adama neler söylerdim demek içinizden geldi mi?Doğrusu fena olmazdı hani... Bakın hak ve hürriyetler denince 301’den başlamanın bir sebebi daha ortaya çıkmış oldu.

Mehmet Aydın bu oylama yapılırken partisini bir yanlışlıktan döndürmek yerine görünen o ki vicdanı önünde vermediği hesabı Türkiye’yi iç savaşa sürüklemenin eşiğinde partisiyle birlikte tarih önünde verecektir.Bundan hiç kuşkunuz olmasın arkadaşlar.

Zaman zaman yazımın başında da belirttiğim gibi ümitsizliğe kapılsam da şunu biliyorum ki zaman oturup ağlama zamanı değil harekete geçme zamanıdır.düşüncelerimizi gerekirse evlerden okullara,okullardan meydanlara taşımanın heyecanını birlikte yaşayacağız. Unutmayalım ki bu vatan, bu millet gerekirse kendine yol gösterecek önderleri bu zor durumlarda bağrından çıkartmaktan bir an bile olsa çekinmeyecektir diyerek sizi ulu önderimizden bir alıntıyla selamlamak istiyorum.

Ulu önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK Kurtuluş savaşı verecek olan,her yanı bir fiil işgale uğramış artık yok denecek bir ülkede milli birlik ve beraberliği “bir inanç ve bir vatan” etrafında tekrar küllerinden var etmeye ve toplamaya çalışırken sanki bugünlere de ışık tutan şu düşüncelerine “NUTUK” adlı eserinin 286. sayfasında yer vermiştir: “Millet,tarihin,ancak devletlerin yıkılış ve çöküş gibi bunalımlı zamanlarında kaydettiği çok önemli ve tehlikeli anları yaşıyordu.Böyle anlarda,talih ve kaderini doğrudan doğruya kendi ellerine almakta gaflet gösteren milletlerin gelecekleri karanlık ve felaketlerle doludur”

“Türk milleti bu gerçeği anlamaya başlamıştı.Bu kavrayış sonucuydu ki,kurtuluş ümidi vaat eden her samimi işarete koşmaktaydı.Ancak,bir toplumun,uzun yüzyılların uyuşturucu yönetim ve terbiyesinin etkisinden kurtulmak bir günde,bir yılda kurtulup serbest kalabileceğini düşünmek ve kabul etmek doğru değildir”

“Bu sebeple,durumu ve gerçeği bilenler,ellerinden geldiği kadar,bağlı bulundukları millete ışık tutup yol göstererek,ona kurtuluş hedefine yyürümekte önderlik etmeyi en büyük insanlık görevi bilmelidir”diyerek her zaman söylenildiği gibi düşüncelerindeki”ileri görüşlülüğü”bir kez daha kanıtlamış olduğunu söylemenin ve göstermenin inanılmaz hazzını yaşıyorum.

Burak Sırataş

Kandırmacanın Yeni Adı: TÜRBAN

Arkadaşlar;
Hep birlikte geçirmekte olduğumuz bu zor günlerde üniversiteler üzerinden oynanmaya çalışılan oyun artık kabuğumuzdan çıkmamız gerektiğini gösterdi.

Biz bu ülkenin yarınlarının emanet edildiği gençler olarak yıllardır süregelen ve bize öğretilen pasifize edilmiş varlığımızdan sıyrılarak üniversiteler üzerinden oynanmaya çalışılan oyuna son vermeliyiz artık.

Ülkemizde ekonomi ve ekonominin getirdiği sorunlar varken,ülkemizin kanayan yarası haline gelen Kürt sorunu bir türlü çözüme ulaştırılamazken en büyük sorunumuz üniversitelere türbanın sokulup sokulamayacağı oldu.Hem de bütün bunların dünya ve özellikle Amerika bir ekonomik kriz dalgasıyla uğraşırken, Türkiye ‘nin bu krizden nasıl etkilendiğinin ve etkileneceğinin tartışmalarının yapılmasının beklenildiği bir sırada olması çok şaşırtıcıdır.Ülke gündemi türbanla meşgul edilirken ülkenin geleceği açısından tehlike yaratacak Vakıflar Kanununun TBMM’ de sessiz sedasız geçirilmeye çalışılması ise daha dikkat çekicidir sanırım.Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ilkokul 1,2,3,4 ve 5. sınıfların birleşmiş sınıflarda okutulması varken ve küçük kardeşlerimizim eğitimlerini hak ettikleri şekilde alamamaları söz konusu iken bizim en büyük sorunumuz üniversitelerde türban oldu.

Anayasa’nın 6. maddesi; “ Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.Türk milleti egemenliğini, Anayasa’nın koyduğu esaslara göre; yetkili organları eliyle kullanır” ifadesini açıkça belirtir.Bu yetkili organlar ise yasama, yürütme ve yargı’dır.

Hükümet bu yetkilerin tümünün kendilerinde ve mecliste olduğunu söyleyerek çoğunluk cuntasını ortaya çıkarmıştır.böyle bir ortamda demokrasinin adından bile söz edilemeyeceği bir gerçektir.

Şimdi size bir araştırmadan söz etmek istiyorum. Prof. Dr. Binnaz Toprak ve Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu tarafından TESEV için yapılmış bu araştırma “iş yaşamı,üst yönetim ve siyasette kadın başlığını taşımaktadır.Bu araştırmaya göre özellikle şimdi dikkatinizi çekmek istiyorum:Ülkemizde liseden sonra okuma olanağı bulamayan kızlarımızın;
· % 29’u sınavı kazanamadıklarından okula gidemiyor.Bunu;
· %14,6 ile evlilik
· %14 ile çalışmak zorunda kalmak
· %9,5 ile ailesinin izin vermemesi
· %9,8 ile okumayı sevmemek
· %6,3 ile maddi olanakların yetersizliği izlerken

Türban yasağı nedeniyle okumaya devam edemeyenlerin oranı sadece %1’dir.

Peki bütün bunlara rağmen üniversitelerde en büyük sorun türban mıdır?

Devlet üniversitelerindeki harçlar nedeniyle okuyamayan ya da harçlarını ödeyemedikleri için eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kalan öğrencilerin haklarını güvence altına almak, özel üniversiteler ile devlet üniversiteleri arasındaki eğitim eşitsizliğinden kaynaklanan sorunlar nedeniyle devlet üniversitelerindeki öğrencilerin haklarını güvence altına almak varken;türbanı nedeniyle yüksek öğrenim hakkından “mahrum bırakıldığına inanılan” %1’lik kısmın haklarını güvence altına almak daha mı akılcı olmuştur? Amaç hak ve hürriyetler midir yoksa siyaset midir? Bu nedenle türbana duyulan vicdanı duygulardan bahsetmeye gerek bile duymadığımı belirtmek ve özellikle altını çizmek istediğimi bilmenizi isterim.

Türban üniversitelerin altına döşenmiş olan bir dinamittir.Üniversitelerde kutuplaşma yaratacak ve gençlik kavgalarına yol açacak bir nifaktır.Hiçbir türban sorunu yaşanmazken şimdi türbanlı ve başı açık öğrenciler daha önce birbirlerine dikkat etmedikleri halde şimdi birbirlerinin dikkatini çekecek ve sorunlar çıkaracaktır.

Şunu söylemenin gerekliliğine çok inanıyorum; “Türban üniversitelere sokulmaya çalışılan siyasi bir simgedir.” Bu yolla din ve türban siyasete alet edilmektedir.

Bu vatanın ve ulusun küllerinden doğmasına önderlik eden Atamızın bize bıraktığı laiklik kavramı ülkemizin değiştirilemez ve değiştirilmesinde sakıncalar bulunan bir dinamiğidir.

Bize küçüklüğümüzden beri öğretilen Laiklik tanımını hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar görüyorum.”Laiklik;en basit tanımıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.”Peki türbanı üniversitelere sokmaya çalışan ve üniversitelerde türbanı takmakta direnenler ne diyor? – Din gereği takılmalıdır. Bu amaçla din gereği takılana özgürlük adı altında kanun çıkarılıyor. Peki bu yolla din ve devlet işleri iç içe sokulmuyor mu? Din gereği takılanı devletin yasama organında kanun yapanlar devletin kamusal alan içinde yer verdiği üniversitelerin koridorlarında,dersliklerinde ve kampüslerinde türbana yer verilemeyeceğini hala anlayamadılar mı? Ülkemizin ve hukukumuzun temel dinamiklerinden olan Anayasa kanunlarını çiğnediklerini fark edemediler mi?

Ya da ülkemizde devrim yahut darbe olmadan hiçbir anayasanın bu kadar kolay değiştirilmediğini derin bilgilerinin arasından çıkartıp göremediler mi?

Ülkemizde olan bu sorunlara ve softaların getirmeye çalıştığı şeriat rejimine ve yobazlığa sessiz kalmamak için bu yazıyı yazmayı ve siz değerli arkadaşlarımla paylaşmayı görev bildim.

Evlerimizde ve dost ,arkadaş toplantılarında konuşulan ülke sorunlar dört duvar arasında sessiz çığlık olmaktan öteye geçmelidir artık.Bu nedenle herkesi aktif olmaya ve toplumsal duyarlılığı omuzlarına yüklemeye davet ediyorum.Benim gibi düşünenler sessiz kalmayın.Türbanın üniversiteye siyasal emeller için sokulmasına izin vermeyin.Gün bu gündür ve artık tek yürek olmanın vaktidir.

Burak SIRATAŞ

Demagojinin Yıldızları

Birkaç ay evvel billboardlar, üç büyük demokrasi(!) yıldızının resmiyle şenlenmişti.

Kimdi bunlar?

Odunu vekil seçtiren, dilerse halifeliği bile getirtecek olan çok partili dönem Türkiye’sinin(ya da küçük Amerika) başbakanı Adnan Menderes…

Neo-liberal tonton amcamız, 24 Ocak kahramanı Turgut Özal ve…

Demokrasi treninde istasyonunu bekleyen Tayyip Erdoğan…

Adnan Menderes ve Turgut Özal değerlendirmelerini yapmadan, doğrudan Recep Tayyip Bey ve partisinin demokrasi karnesine hızlıca bakalım. Üstelik çok uzun bir geçmişi deşmeden, sadece son dönemdeki davranışlarıyla…

Varan 1: Cumhurbaşkanı seçimleriyle ilgili Anayasa Mahkemesi’ne ettiği laf…

Anayasa Mahkemesi gibi bir kurumun aldığı bir karara “demokrasiye sıkılan kurşun” benzetmesi yapması Tayyip Bey’in demokratlığının(!) en önemli göstergelerindendir. Zira Başbakanımız bunu oya çevirmesini çok iyi bildi. Çünkü o halkın adamıydı ve engellenmişti. Demokrasi mi, demagoji mi? Yiğitlik mi fırsatçılık mı?

Varan 2: Karikatür davaları…

Demokrasiden, özgürlükten(nedense sadece başörtüsüne) dem vuran AKP’nin lideri kendisi hakkındaki mizahi eleştirilere tahammül edemeyecek kadar gaddar mı?

Varan 3: Seçim yatırımları…

Seçimlerde halka kömür, pirinç dağıtılarak yapılan büyük skandal… Neymiş, “onlar” yakacağı olmayan halkın halinden ne anlarmış? Temmuz’da ve yakacak!.. 5 yıl iktidar olan başbakan ve yakacağı olmayan halktan sorumlu bir muhalefet… İlginç mi? Oylara bakın, göreceksiniz.

Bunlarla sınırlı mı? Hayır… Ancak bu örnekleri sadece yazımı güncele taşıyabilmekte bir temel oturtabilmek için verdim. Gel gelelim gündemimize...

Bu hükümet zamanında öyle bir karambol demokrasisi, öyle bir demagoji yapma almış yürümüş ki; sormayın.

Bakalım şu sıralar yapılan icraatlara…

Önce türban meselesi ortaya atılıyor. Akabinde vakıflar yasası Meclis’e taşınıyor. Türban hengâmesinde kimse vakıflar yasasını konuşmuyor. O kargaşada vakıflar yasası çıkmış bulunuyor. Ardından türban Meclis’e geliyor. Onaylanıyor ve noter Cumhurbaşkanına gönderiliyor. Her şeyi jet hızıyla imzalayan Cumhurbaşkanı, bunu bekletiyor. Kuzey Irak’a yapılan operasyon sırasında aniden imzalayıveriyor, Reisicumhurumuz. Tabi o esnada da sadece operasyon konuşuluyor. Hangisi engelleniyor? Hiçbiri… Atan iki, karşılayan sıfır…

Ne diyelim? Durmak yok, yola devam

Emrah ÖZDEMİR

24 Şubat 2008 Pazar

Tanıtım Sayımıza Sayılı Günler Kaldı...


Politika Dergisi, okuyuculardan aldığı destekle yeniliklerine bir yenisini ekliyor. Politika Dergisi e-dergi projesini site ortamından pdf. formatıyla dergi ortamınada aktarıyor. Sitemizde yayınlamadığımız makaleleri yayınladığımız tanıtım sayımıza sayılı günler kala (1 Mart 2008) hazırlamış olduğumuz dergimizi beğenmenizi umuyoruz.

Politika Dergisi

23 Şubat 2008 Cumartesi

Tekelde Özelleştirme

Tekelin sigara bölümünün 2003'teki özelleştirmesinden sonra dün Özelleştirme İdaresi Başkan Yardımcısı Ahmet Aksu'nun komisyon başkanlığında yapılan ikinci tur özelleştirme ihalesi Ankara Hilton Oteli'nde gerçekleştirildi. İhaleyi 1.72 milyar $ teklif veren British Tobacco International (BAT) kazandı. Böylelikle piyasada %7'lik paya sahip şirket, Tekel'in hali hazırdaki %29'luk payı ile birlikte %36 oranla Philip Morris 'in ardından ikinci büyük grup olacaklar.

Özelleştirme hakkında görüşler kişiden kişiye farklılık gösterse de Tekel'in Türkiye Tarihi'ndeki yeri bence özeldir. Bugün bu konuyu temel alarak özelleştirme konusunda bir iki söz söylemek istiyorum. Tekel, isminden de anlaşılacağı gibi tütün mamülatı ve alkollü içki sektöründe iş yürütme gücüne "birinci elden sahip olan, piyasa hakimiyeti konusunda rakipsiz, devlet kontrol ve denetiminde" bir kurumdu. Halk arasında o derece kanıksanmıştı ki, "Ben tekele gidiyorum", "Patron tekele sigara almaya kadar gitti, şimdi gelir" tarzı Türk Sineması replikleri hafızamıza kazınmıştı. Tekel'in varlığı daha da önemlisi tekel olarak varlığı kabul edilmiş bir gerçekti. 2003'te yapılan ihale ile Limak Grubu Tekel'in alkollü içkiler kısmını almıştı. Yaklaşık %70'lik pazar payı ile bir kamu devi olan tekel özelletirilerek piyasadaki devlet teşebbüsü oranı ve devletin hakimiyeti sınırlandı.

Şimdi Tekel'in tütün ve tütün mamülatı bölümünün satışı ile de 1,72 milyar $ gelir elde edilecek. Dışarıdan piyasa şartlarnı bilmeyen kesimlere göre muhtemel gelir gayet iyi. Çünkü Türkiye'nin 1980'lerin ortalarından 1990'ların sonlarına kadar yaptığı özelleştirmelerden elde edilen gelir miktarı yıllık 400 milyon $ civarındayken, AKP hükümeti ile başlayan süreçte 2005,2006 yıllarında ciddi bir özelleştirme atağı görüyoruz. Fakat bu bile en yüksek noktasında 8-8,2 milyar $ geçememişti. 1,72 milyar $ iki yıl önceki özelleştirmelerin tek başına %20'sine yani beşte birine karşılık geliyor. Şimdi Rekabet ve Özelleştirme Yüksek Kurumu'nun onayı beklenecek. Fakat böyle bir satış, gerek ulaşılan değer gerekse satışın mantığı açısından tartışmaya açık görünüyor.

Atatürk döneminde yürütülen "Devletçilik" prensibinin daha sonraki yıllarda ilk dönemki manasından saptığı devletin özel sektörü kösteklediği bir gerçek. Halbuki Atatürk'ün devletçiliği özel sektöre fırsat sağlamayı, kalkınmayı özel sektörün öncülüğünde yürütmeyi ancak özel sektör yetersiz kaldığı durumlarda devletin müdahil olmasını destekliyordu. İlk dönemde savaş yorgunu, gelişememiş, çoğunluğu cahil ve fakir bir toplumda sermaye birikimi yok denecek kadar az olduğu için devlete çok iş düşmüştü. Fakat devlet ilerleyen zamanda ekonomideki varlığını sürdürmüş; piyasadan çekilmemiş, çekilememişti. 1970'lerde hatta 1980'lerin başında bile devlet korumacılığı doğru bulunuyor, bir çok kesimden destekleniyordu. Öyleki Özal özelleştirme siyasası ile ortaya çıktığında birçok kişi bu kavramdan hoşlanmamıştı; özelleştirme ile birlikte işçi miktar ve profilinde değişiklik öngören özelleştirilecek kurumlardaki işçiler, sistemden en iyi şekilde nemalanan bürokratlar, hatta kabinedeki bakanlar bile devlet teşebbüsleri üzerinde çok büyük siyasi kontrollerinin şirketlerin özel sektör eline geçmesi ile kaybedecekleri güçten korkuyorlardı.

Devlet İktisadi Teşebbüsleri siyasilerin yakınları tarafından gereğinden fazla işçi ile doldurulmuşlar; çalışanlar "memur hastalığı" denilen atalet hastalıktan muzdarip, bürokrasi sistemi yavaşlatmaktan hatta rüşvet vakalarında görüldüğü gibi bozmaktan başka bir şey yapmamakta. Ayrıca devletin kendinden beklenen batık kurumları kurtarma gibi bir uygulamayı takip etmesi, hem kendi kurumlarının zararını hem de batık özel sektör bankaların devletleştirilmesi durumlarında olduğu gibi özel sektörün zararını da üstlenmesi ile devlet kurumlarındaki verimliliğin düştükçe düşmesine sebep olmuştu. Bu yüzden Özal artık kronikleşen bütçe açıklarıyla devlete kamburdan başka bir şey oluşturmayan bu kurumları satıp başından atmayı hedef edinmişti.

Gerekçe gayet haklı. Çünkü bu kurumlar artık düzelme ihtimali çok düşük ve reforma son derece kapalı kurumlar. Keşke bu girişimler reformla düzelenebilseydi ve hem değerleri hem verimlilikleri arttırılabilinseydi. Ama başarılamadı. Bunu Özal'ın onca çabasına karşılık özelleştirmeyi başardığı miktarla anlayabiliriz. Türkiye, şu ana kadar, kapitalist bir ülke olmasına rağmen bir çok konuda devletin üretimi elinde tuttuğu bir ülkeydi. Bu kadar büyük doğrudan kontrol bence gereksiz. Özelleştirmenin mantığı "satalım kurtulalım" da olsa "devlet tüccarlık yapar mı" da olsa ya da "Babalar gibi satarız" da olsa özelleştirilecek kurumların ve sektörlerin iyi belirlenmesi lazım. Yerli askeri techizat üretiminin olmamasından ve enerji sıkıntısından kaynaklanan 1963'teki trajedi ve tarihin bizi sınadığı bir sürü zorluktan ders alınmalı.

Özelleştirilmemesi gereken kurumların ve sektörlerin de (sivil savunma, eğitim, sağlık, vb.) iyi ayırt edilmesi lazım. Tabi bir de özelleştirilen kurumlar üzerindeki devlet kontrolünün tamamen kaldırılmaması, devletin sektörlerde tüketici/vatandaş aleyhine gelişecek tekel oluşumuna izin vermemesi gerekli. Unutmayalım ki kapitalizm ve serbest pazarın merkezi olarak anılan ve piyasaya müdahale karşıtlığıyla tanınan ABD hükümeti aşırı gelişen ve tekelleşen Microsoft'tan ya bölünmesini ya da işleyiş sistemini değiştirmesini talep etmiştir.

Saygılarımla,

Mücahit Önder

Türbanlı Vatandaşlar Siyasetçilere Değil Laikliğe Sarılın!

11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik öngören yasa tasarısını onayladı. Yasayı onaylarken SAyın Gül, ayrıca bazı vatandaşların endişelerini gidermeye yönelik düzenlemelerin zorunlu olduğunu da vurguladı.

Bazıdan kastımız Sayın Başbakanımızın da belirttiği gibi yüzde 1.5'luk kesimse, DTP'nin aldığı oyların hesabını burada yansıtmaya gerek yoktur. Verdiğimiz açıklamaları, geçiştirici nitelikli seçmek, bazı geçiştirilemeyecek sorunların doğmasına neden olabilir.

Bir devletin anayasasını bazı vatandaşların isteklerine göre ayarlamak tabii ki göze ve kulağa hoş gelen bir konudur; ama bir devletin anayasasının değiştirilemecek hükümleri varsa ve sizde bazı kesimlerin endişelerini gidermek için bu hükümlerin aksi yönünde kararlar alıyorsanız orada biraz durup düşünmek gerekir. Türkiye laiktir ve laik kalmalıdır.

Peki efendim laiklik türbana karşı mıdır?

Laiklik savunucularının ve laiklik düşmanlarının anlaması gerekn bi konu var. O da laikliğin kesinlikle türbana karşı olmadığıdır. Laiklik, türbanın toplum içerisinde kullanılmasının garantisidir. Bunun aksini savunmak, Irak'ta nükleer silah var demekle aynı şeydir. Yani yalandır. Bu konuda daha detaylı bilgileri 1 Mart'ta çıkaracağımız Politika Dergisi'nin deneme sayısında anlattık. Umarım okursunuz.

Peki türbanlı(vadantaş)lar laikliğe karşı mıdır?

Bu oldukça hassas bir konudur. Burada kesinlikle tüm türbanlı vatandaşlarımızın doğrudan laikliğe karşı olduğu izlenimi doğmasın. Bunu üzülürek söylüyorum ki, türbanlı vatandaşlarımız belki bilerek, belki de bilmeden laikliğe karşı gelmişlerdir.

Türban üniversitelerde olsun diye savunmak, sanki tüm derdimizin bu olduğunu savunmak çok yanlıştır; ama bilinmesi gereken bir şey de vardır ki türbanlı vatandaşların okuma hakkının elinden alınması bir sorundur. Az önce belirttim, yine belirtiyorum türbanlı vatandaşlarımız belki bilerek belki de bilmeden laikliğe karşı gelmişlerdir. Şu anda saçmaladığımı düşünen olabilir ama ben yine de doğruları söylemeye devam edeceğim.

Laik türbanlı arkadaşlarım var ve ben hepsiyle gurur duyuyorum; fakat laikliğe düşman olan arkadaşlarım da var ve ben hepsine doğru yolu göstermeye çalışıyorum. Bilmeden laikliğe karşı gelenleride var ve ben onlara şimdi yazdıklarıma kulak vermelerini diliyorum.

Laiklik din ve vicdan özgürlüğünü kişilerin dilediğince değerlendirmeleri ve din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise, her türbanlının, türbanını takıp dolaşmasından daha doğa bir şey olamaz. Türban denilen başörtüsünün, siyasete alet olduğu o kara günden beri, türban dini bir simge sayıldığından laiklik savunucularının türbana karşı bakış açıları değişti; çünkü türban artık devlet işleriyle düzenlenen bir dini simge olmuştu.

Özetlersek, laiklik kişilerin toplumda dinini istediği gibi yaşamasının temel koşulu ve aynı aynı zamanda kişilerin devlet kurumlarında dinini yaşatmak istemesine karşı koymanın yine temel koşuludur.

Gelelim kritik sorularımıza, hangi türbanlı arkadaşımız, başlarında kutsal saydıkları türbanlarını siyasete alet edenlere karşı direndi, hangi türbanlı arkadaşımız ve kardeşimiz türbanlarından oy alanlara karşı ayaklandı? Türbanlı arkadaşlarımızın bir kısmı kendi aralarında toparlanıp, siyasilere gidip de kara çarşafıda onaylayın demediler mi, toplanıp basın duyuruyla Başbakanlarına daha fazlasını ver demediler mi?

En nihayetinde türbanlarının siyasete alet olmasına ses çıkardılar mı?

Türbanlı arkadaşlarımızın anlaması gereken bir şey var. Laiklik, onların siyasetçilerden daha fazla sarılmaları gerektiği bir şeydir. Laiklik dinsizlik değil, dinini özgürce yaşamanın ön koşuludur.

Üzülerek söylüyorum ki, türbanlı arkadaşlar taktıkları dini simgeyi, siyasetçilere kendi elleriyle götürüp bunu siyasete alet ediyorlar.

Kendinize iyi davranın, başta da türbanlı dostlarım. Tüm laiklerin sizin türbanınızın özgürce, siyasete alet edilmeden takılması gerektiği için çalıştığını unutmayın.

Saygılarımı sunuyorum. Okumadaki sabrınıza ve ilginize de teşekkür ediyorum.

Gökhan DAĞ

22 Şubat 2008 Cuma

Devrimlerin Enerjisi Bitti mi?

19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım; vaziyet şöyle idi... Şeklinde başlayan Atatürk'ün büyük nutkunda Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet'in ilanını da içeren bir sürü önemli olay birinci elden anlatılır. Vaziyetin ne kadar elem verici olduğu, işgal şartlarının yüzyıllarca hatta binyıllarca özgür yaşamış bir toplum için ne kadar katlanılmaz olduğunu, aslen yüksek kültür, tarih ve geleneğe sahip bir milletin tüm kutsal değerlerinin nasıl tamamen ayaklar altına alındığını bizzat anlatır.

Böyle bir durumda, bu şartlar altında ölmüş bir imparatorluğun küllerinden yepyeni ve capcanlı bir ulus-devlet yaratabilmek... Kolay bir iş diyen beri gelsin. Elinizdeki imkanlar bir avuç asker, ki bunların yaşları çok farklı ve sayıları da çok az. 1911 yılında başlayan Trablusgarp Savaşından başlayarak, 1912-14 Balkan Savaşları, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı ve nihayet 1919-1922 Kurtuluş Savaşı; bu ulusun nice evlatları vatan toprağı olarak gördükleri uzak diyarlarda öldüler. Verilen şehitlerin haddi hesabı yok. Bunca yıl birbirini takip eden savaşlarda kaybedilen onca askere karşılık elde kalan miktar alil, yaşlı, bezgin ya da acemi. Kalifiye asker çok az.

Daha kötüsü, ülke zaten işgal altında. Asker dağıtılmış; Osmanlı'nın elindeki mühimmat, cephane, ve tüm askeri techizat -Almanlar tarafından savaşın başında Osmanlı'ya bir miktar silah takviyesi yapılmıştı- itilaf devletlerinin kontrolü altında. Devleti yönetenler bugün Fethullahçıların iddea ettikleri gibi vatan millet için çırpınıp durmuyorlar. Aksine sözde "isyancı" Mustafa Kemal'e karşı Halife Ordusu, Ahmet Anzavur vb. belayı destekliyor; Ankara'da doğan bu güneşi batırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Padişahın ve diğer üst düzey zevatın hayatları ve iktidarlarına karşılık ülke topraklarının yönetiminden işgal kuvvetleri lehine vazgeçmek ya da çeşitli imtiyazların verilmesi gibi dahiyane (!) fikirleri mevcuttu.

Halk yıllarca süren savaşlardan yılmış, alınan vergilerle hayatından bezmişti. Ticari ve ekonomik güç gayri-müslimlerin elindeydi ve bunların tamamı değilse birçoğu savaştan, milletin sıkıntısından, esaretten anlayacak mahiyette insanlar olmadıkları gibi içlerinde, zor duruma düşen halka yardım etmelerine ya da haklı kurtuluş mücadelesine destek sağlayamaya sevk edecek ufak merhamet kırıntılarının dahi bulunduğu da şühpeliydi. Halk ayrıca cahildi; Yunanlıların "Halifenin emri ile geldiklerini, kendilerine zinhar karşı konulmaması gerektiğini, Allahsız-Komünist-İsyancı Kemal'i dizginlemeye gittiklerini" söyleyen bildiriler atan tayyarelerle atılan bir kaç ilana kanacak kadar... Cehaletleri Yunanlılardan -diğer bölgelerde de başka işgalcilerden- gördükleri zulüm ve gayri-insani muammele ile aydınlansa da bu aydınlanma sadece anı kurtaracak, geç kalmış, amprik bir aydınlanmaydı.

Yazar Yakup Kadri'nin Yaban'da yaptığı çıkarım doğrudur. Siz halkı yıllarca -hatta yüzyıllarca- cehalete teslim ve fakirlikle yalnız bırakır da sadece canına, malına ihtiyaç duyduğunuzda ararsanız onun bu durumundan siz sorumlu olursunuz. İşte bugünün Türkiyesi'nde olan da budur. Devrimlerin altının kazılması; Atatürk'e, onun hayatımıza soktuğu nice değerin bilinçli ya da bilinsiz olarak aşındırılması hep bunun sonucudur.

Sözde özerk Devlet Kurumları siyasi rejimin dümen suyuna gitmek için laik-demokrat duruşlarından ödün veriyorlar. Kadrolaşma son derece hızlı artıyor. Öyle ki kurumlar bir önceki Cumhurbaşkanı döneminde verilen kararların, tamamen olmasa bile büyük ölçüde, zıttı yönünde karar veriyorlar. Muhalefet pasif hareket ediyor. Halk sahip olduğu hak ve değerlerin farkında değil; doğruyu yanlışı ayırma yetenek ve kapasitesine de sahip değil. Ve daha da kötüsü bu kapasiteye sahip olmadığının da bilincinde değil. Eleştiren kurumlar vatandaşa giderken adi popülizm yapmadıkları için iktidarın hitap ettiği kesim tarafından anlaşılamıyor. Oyunun kuralları neyse o şekilde hareket edilmesi gerektiğini bilmiyorlar. Halkçı partiler ya da sosyal demokratlar laiklik gitti diyorlar ama her ne kadar haklı olurlarsa olsunlar halk laikliğin kendisine ne kazandırdığını bilmiyor. O yüzden rejimde ne ifade ettiğinin de bilincinde değil.

Daha önceki yerel yönetimler hiçbir şey yapmadıklarından ya da icraatları asgaride kaldığından, seçim öncesi dağıtılan kömür; erzak yardımları vs. geçim sıkıntısı olan halka daha cazip, daha halkçı politikalar olarak görülüyor. İyonya Medeniyeti'nin doğuşuyla ortaya çıkan bir gerçek: "İnsanlar gündelik ihtiyaçlarını karşılamadan entellektüel düşünce ürünü oluşturamazlar". Ben daha ileri götüreyim bu savı: "İnsanlar gündelik ihtiyaçlarını karşılayamazsa düşünce diye bir şey olmaz".

Bu nokta da Devrimlerin Enerjisi Bitti mi diyenlere şöyle bir cevapla karşılık vermek istiyorum: Hayır bitmedi!!! Biz Atatürk Gençleri var olduğumuz sürece de bitmeyecek.

E peki ne yapılabilir? Bu durumda üniversiteli bir sosyal bilimler öğrencisi olarak yapabileceğim ilk tavsiye tarihin doğru okunması. Atatürk'ün devrimi, inkılapları nasıl hayata geçirdiği; 70'lerde kanlarını döken, ölen-öldürülen-öldüren Devrimci gençliğin nerde ve nasıl bir hata yaparak başarısız olduğu; Nur Cemaatinin ne şekilde, ne kadar bir sürede, hangi konuya ağırlık vererek bu kadar güçlenip siyasi erke hakim ve ortak oldukları göz önüne alınmalı.

Siyaset harici kesimler için yapılacak en güzel şey halkın aydınlatılması, Atatürk'ün devletinde hak ettikleri yeri bulmaları, adil düzeni tanımalları ve kendi çıkarına olanı ayırt etme kapasitesinin kazandırılması hedef olmalı. Siyasetçiler için de toplum yararına büyük projelerin üretilmesi, yenilikçi ve entellektüel çizginin muhafazası ilk iş olabilir.Bir başka öncelik de topluma sözde değil özde muhalefet olunduğu bilinci aşılanmalı. Vizyon çizgisi muhafaza edilmekle birlikte kısır çatışmalardan şiddetle kaçınılmalı. Taklitten de kaçınılmalı tabi. Eğitim konusunda gereken önem verilmeli; kişilerin hür vicdan ve bilimin, aklı selim ve aydınlanmanın ışında; boş ve yersiz düşünce ve saplantılardan arınmış bireyler olarak hareket edebilmelerini sağlayacak sistem oluşturulmalı.

Bu arada biz gençler de 70 kuşağının gençlerinin gösterdiği çeviklik ve yaptıkları hatalardan aldığımız derslerin ışığında doğru bildiğimizi hakça ve hukuk dahilinde savunmaya devam etmeliyiz.

[Not: TSK'nın Kuzey Irak'a düzenlediği kara harekatını tüm samimiyetimle desteklerim.]
Tanrı bizi boş oturmaktan; halkımızı cehaletten; devletimizi her türlü bölücü, gerici, yıkıcı tehditten sakınsın!!!


Saygılarımla,

Mücahit Önder

Yazı Hakkındaki Yorumunuzu Bırakın

© Blogger Templates | Tech Blog